14 Kasım 2010 Pazar

Bir Gün, Bir Hayat, Bir Tarih...

   Uyandım, saat 8 buçuktu, takvimlerse 10 Kasım'ı gösteriyordu. İdrak etmek biraz vaktimi aldı. Liseden koptuğumdan beri bu tür özel günlere olan ilgi biraz azalıyor gibi. Doğanın kanunu büyüdükçe dünyevi şeylere daha bir yapışmak, gerçeklik denen kuyuya olanca hızınla düşmek. Realizmden dem vurup üstadları kızdırmak ne haddime, geçiştirelim bu konuyu da ''Aman, el alem ne der!'' diye. Bu da bilincin derinliklerinde kaybolan, yenmiş yutulmuşlardan olsun ki başımız rahat olsun!

   Hazırlanıp evden çıktım. Siren sesleri yayılırken şehrin o kasvetli sabah havasına, derin bir nefes alıp silkindim. Anladım, bugün o günlerden biriydi. Kaybedilenin arkasından sadece bir gün ağlayıp ikinci gün hayatına kaldığın yerden devam etme günü. Hiçbir şey olmamış gibi yaşama, bir gün (o da şüpheli) hatırlayıp sonrasında bir dahaki seneyi bekleme günüydü 10 Kasım da... O da unutulup gitmeye, tarihin sarı yapraklarına karışmaya mahkumdu diğer günler gibi.

   Hüzünlendim, caddede yürürken hayatlar geçti yanımdan. Baktım, bir duraksadım ve merak ettim, acaba 10 Kasım onlar için ne ifade ediyor diye. Ortasında durdum kalabalığın, ne yapacaklar diye. Hiç kimse bir şey yapmadı haliyle, hayat aktı yine olanca hızıyla onlar için. Benim için zaman durdu 9'u 5 geçince. Araba sesleri duyulmaz oldu, trafik durdu ve mekan değişti. Kendimi 20. yüzyılın başında İstanbul sokaklarında buldum. Etrafta koşan insanlar vardı, ''O öldü!'' diyen sesler çevremi sardı...

   O kadar yabancıydım ki kendi insanıma orada, soramadım cesaret edip de... Ama anladım. O ölmüştü ve ben 1938 yılının tam içindeydim. Anneannem tam da bu tarihte ve İstanbul'da doğdu. Büyükannem üzüntüsünden erken doğum yapmış. Atatürk çocuğu olarak doğdu canım anneannem ve ölene kadar da bunu sayıklayacak. Anneannemi görürüm umuduyla Beşiktaş'a gittim yarıp kalabalığı... Oradaydı işte, minicik ve doğduğu günün önemini bilmeden masumca yatıyor beşiğinde. Geri döndüm, dokunmadım tarihin akışına...

   Sokakları insan almıyordu, her yer ağlayan halkla doluydu ve sonunda O geldi... Sonsuz uykusuna yattığı tabutuyla, binlerce ağlayanıyla, dostuyla, düşmanıyla. Dizlerimin bağı çözüldü ve hissettim. O ölmemişti aslında geriye dönüp o kalabalığa baktığımda. Binlerce Atatürk vardı etrafta sözler verip antlar okuyan... Her biri birer kahramana dönüşmüş o halkın gözünde cesareti ve sevgiyi gördüm. Gördüğümde de içimde bir şeyler aktı gitti. 21. yüzyılın esir çocuğu olarak ben ne yapabilirdim günümüzün sözde postmodern gençliğine?

   Düşündüğüm anda zaman mefhumu geri geldi ve kendimi yine o kalabalık caddede buldum. Buruk bir hüzünle gülümseyip, sabahın köründeki hayalperestliğimin sınırları zorlamasına şaşarak, yoluma devam ettim. İnsanlar aynıydı ve gerçek değişmeyecekti. O gün yeni bir parça ekledim kendime ve o yola öyle devam ettim. Ben, ben değilim derler ya hani, biraz öyleyim. Daha sakin, buruk ve düşünceliyim.

   Acaba Atatürk yaşasaydı ve bizden biri olsaydı? Gerçekten ne derdi 2000'li yıllara, getiri ve götürülerine? Düşündüm bunu da. Yavaşça O'nun için duamı edip, saygı duruşuna durup bir de bayrak astım. Yeter dediler, tamam dedim. Dayanamadım, bir de bu yazıyı yazdım.  Ata'm, tamam mıdır desem, eminim ''Yetmez çocuk'' derdi. Yetmez Ata'm bilirim, ama bununla idare et bu sene de. Gör bak, daha neler yapacağm seni gururlandırmak için... Söz veriyorum: Türk sözü...

   Herkes adına düşünüp, tüm yükü sırtlıyorum. Ben yazıyorum, siz okuyorsunuz. Ben düşünürken çoğu insan uyuyor. Böyle de mutluyum ben, devam ederim sanırım uzunca bir süre daha. Geç kalmış bir 10 Kasım yazısıydı bu, özür dilerim. Geç olsun da güç olmasın diyelim de bir ''ATA''sözü ile bugünü de kurtaralım!

3 yorum:

  1. Yazılarını ihmal etmemelisiniz. Yepyeni bin üslup ve yepyeni bir taze nefevs gibi.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim, umarım yazdıklarım gerçekten dediğiniz gibidir...

    YanıtlaSil