28 Aralık 2010 Salı

Afganistan'da İnsan Olmak

    AFGANİSTAN denen toprakların jeopolitik konumu ve siyasal sorunlarını bir kenara bırakırsak eğer, karşımıza çıkan sosyal sorunların varlığının akıl almaz boyutlarda olması, bugün bunları kaleme alma günüdür dedirtti. Coğrafyada yaşanan olumsuzluklar veTaliban sonrası rejimin hala varlığını sürdürmesi, Afganistan'ı 21. yüzyılın çok uzağında bir ülke yaptı hepimizin az çok bildiği gibi. Afganistan üzerine yazıp çizen her insanın da değinmeden asla geçemediği bu sosyal sorunları, belli kaynakları da ölçüt alarak aktarmaya çalışmak, bir Uluslararası Af Örgütü destekçisi ve insan hakları savunucusu olarak boynumun borcudur.

     Tarih sıkıcı gelir çoğu insana. Ama Afganistan gibi bir ülkenin“nereden-nereye” ikilemini göstermek için de aktarılması gereken bir kısa tarih döngüsü var elbette. Ben de “Dur, şunu kısa bir hikaye yapayım da, kimse sıkılmasın” bazında bir küçük olay örgüsü yaratıp, konuya hikayeyle girmek istedim. Işıklar kararsın lütfen!

“... Orta Asya'nın ücra bir köşesinde kendi halinde yaşayan Afganistan adında bir ülke varmış zamanında. Halk çok zengin değilmiş, ama kendi yağında kavruluyormuş da. Dönemin Sovyetler Birliği'nin gözü Afganistan'daymış, bunu duyan ABD hemen bölgeye damlamış! Bir savaş başlamış, sözde Afganistan'ı sosyalizmden korumak adına.  Bombalar patlamış ülkenin dört bir yanında. Fetret devrinden yararlanan Taliban yönetimi ele geçirip kendi halkına eziyet etmeye başlamış. ABD ise El-Kaide harekatını bünyesinde barındırdığı iddiasıyla Afganistan'ı cezalandırmak istemiş. Amaç Rusya’yı bölgeden uzaklaştırıp, sosyalist dalganın içeriye sızmasını önlemekmiş tabii ki, ama savaştan bitkin düşmüş Afgan halkı kandırılmış. Koalisyon güçleri tarafından yönetilmeye başlamış Afgan toprakları bu kez de. Ama Taliban etkisi yok olmamış elbette. Kadınların özgürlükleri bir bir alınmış ellerinden, erkeklerinse onurları. Halk her şeyini kaybetmiş, ellerinde bir kuru canları kalmış 21. yüzyılın ilk çeyreğinde....”

    Işıklar açılsın tekrar... Afgan halkının bitmeyen çilesini anlatmak için somut örnekler ararken, elime kitap ve film gibi gerçekten etkileyici ve bilgilendirici materyaller geçti. İlk okuduğum ‘Çalınan Yüz’ romanında, onuru ve yaşam hakkı elinden alınan Afgan kadınının çektiği acılar ve gazeteci olmak isterken, eğitim hayatına Taliban tarafında son verilen bir genç kızın yaşadığı sancılı dönem anlatılır. Yazarın gerçek hayat hikayesi olan bu kitap,  Fransa kadın hakları harekatını bu kez Afganistan için ateşlemiştir. Geleceğin gazetecisi olarak acaba Latifa'nın yerinde olsam ne yapardım diye düşünmeden edemedim... Kim benim elimden yazma, araştırma, konuşma hakkımı alabilir ki? Bir avuç cübbelinin eline bırakılmış sözde dini uygulamaların çarpıklığını çok iyi dile getiren Latifa'nın gerçek yaşam öyküsünden gerçekten etkilendiğimi söylemeden geçemezdim. Latifa ve onun gibi binlerce kızın hayalleri ellerinden alındı. Latifa kaçabilecek kadar şanslıydı ama ya diğerleri? Kırılan hayaller?

    ‘Kandahar’ filmine gelecek olursak durum yine parlak değil. Bir gazeteci kadın (ki meslektaşlarımı örnek alıyorum hep) yıllardır görmediği kardeşinin intihar edeceği haberini alıp Afganistan yollarına düşerse ne olur? Beyhude çabaları sonucunda Afgan halkının acıları bir kez daha gözler önüne seriliyor, bu kez kadın-erkek farkı gözetmeden hem de… Uzuvlarını kaybedip aylarca Kızılhaç çadırı önünde protez kol, bacak, el arayan insanlar, insanların doktora açlıktan gidip ilaç yerine ekmek alarak dönmeleri, kadınların o rezil burka denen çuvalları giymeleri ve ufacık çocukların eline kitap verilmesi gereken yerde birer imam haline getirilmeleri... Nefesinizi tutarak izleyeceğiniz ve Afgan türküleri hakkında fikir sahibi de olabileceğiniz muhteşem bir film...

    ‘Uçurtma Avcısı’ ve ‘Bin Muhteşem Güneş’ romanlarıyla hafızalarda yer etmiş olan Afgan asıllı ABD vatandaşı Khaled Hosseini’nin binlerce kilometre öteden vatanının özlemini çekmesi ve sosyal sorunlara olan hassasiyeti sebebiyle yazdığı birbirinden muhteşem okunası iki roman. Afgan sıcaklarını içinizde yaşarken, gerçeklerin hoyrat soğuğuyla kendinize gelip bir fırtına havasında okuyorsunuz ikisini de. Kadın olarak hassasiyetimi geçtim, insan olarak akıttığım o ılık gözyaşlarının birer dua haline gelip Afganistan üzerine yağması için nelerimi vermezdim ki... Küçük yaşta ailesini kaybedip, kendinden çok büyük bir adamla evlendirilen bir kızın nasıl kadın haline geldiğini ve yılların Afganistan'la onun üzerindeki acınası ve tamamıyla gerçek etkisini hissettiğiniz ‘Bin Muhteşem Güneş’, hayatınızın üzerinde bir kez daha düşünmeniz için bir şans diye düşünüyorum...

    İki yıl evvel ailemle izlediğim ve şu an adını maalesef hatırlamadığım, okumak isteyip de Taliban askerleri tarafından her seferinde engellenen 5 yaşındaki o küçük Afgan kızı unutamadığım için anmak istedim. Geçenlerde okuduğum bir yazıda kadınların artık ekmek için dilenmeye başladığını öğrendiğimde artık sabrımın sınırındaydım Afganistan konusunda. Dudaklarımı ısırdım ağlamamak için, ama dayanamadım. Oturdum ağladım, arkasından ağlanmamışlar için belki de. Güçlü olmak örneği denince aklıma Afgan insanının gelmesi tesadüf değildir; kavrayıştır. Bu insanlar gerçekten güçlü, sadece cesarete ihtiyaçları var ve ekmeğe...

    Hikayemi baştan okudum ve yıllar sonra çocuğuma ya da torunuma sonunu nasıl anlatacağımı düşündüm. “Afganistan halkı el ele verip Afganistan'ı kalkındırdı ve o topraklar da artık silah sesi yerine barış çanlarının sesi duyuldu, çocuklar hep güldü, kadınlar onurlarını geri aldılar... Afganlar sonsuza dek mutlu yaşadılar...” demeyi ne kadar da isterim yıllar sonra. Şimdi de isterim de, hayalperestliğin uç noktalarında gezinmek olur, hayal kırıklığına uğrarım diye korkarım.

    Umut insanıyım ben, varsın beni ütopya anlatmakla suçlasın diğerleri. Bir gün gelecek elbet, yaşamlar değişecek. Harabelerden, yıkıntılardan ve küllerinden doğacak insanlar. Anka kuşunun kanadında selamlayacaklar dünyayı ellerinde defne yapraklarıyla; Ütopyalar güzeldir!




21 Aralık 2010 Salı

Sağ-Sol Derken?


       Siyaset tartışma konusu olunca kendini oldukça gergin hisseden bir birey olarak, böyle alengirli bir konuya neden girdiğimi merak edenler için kısa bir açıklama yapmak da yarar vardır. Geçenlerde arkadaşın biriyle yaptığım sağ-sol uzantılı bir tartışma konusundan sonra, insanların beni anlamak konusunda sıkıntı içinde olduğunu gördüm. Yazdığım politik ve evrensel yazıları baz alırsak eğer, kendimi siyasetin neresinde gördüğüm aslında gayet açıktır. Bana göre politik yaklaşım nedir? Bakınız, nasıl olmalıdır demiyorum; bana göre nasıl diyorum. Tüm sıkıntı aradaki iletişim kopukluğu ve karşınızdaki muhatabınızın ateşli söylemleri yüzünden kaynaklanıyor olabilir, fakat siyaset konuşulurken nabzın kontrol edilmesi de gerekir. Belki de biz kendimizi yanlış ifade ediyoruzdur, ki ben bunu gerçekten hissettiğim için bir şeyler karalama ihtiyacı duydum.

        İçinde yaşadığımız teoride yedi, pratikte altı kıt'adan ve 6 milyar insandan oluşan mavi gezegene dünya adı verilmiş ve yüzyıllardır içinde süregelen bir yaşam makinesi var. Bir tarafta çarklar dönerken, eskiyenler atılıp yerine yenileri koyuluyor. Bir çeşit doğal seleksiyon söz konusu, ve ben insan hayatını vahşi hayvanlardan hiç de farklı bulmuyorum. 21. yüzyıla genel olarak baktığımızda hepimiz öyle ya da böyle çarkın devir daim etmesi için yaşamaktayız. Acımasızlıksa eğer bu, evet gerçekten adı bu olabilir. Hepimiz çarktaki birer dişliyiz ve de birimiz eskidiğinde (ki adı ölümdür), yerine yenisi koyulur. Tamamen işlevselci yaklaşımdır bu. Neden bunu anlatıyorum öyleyse sorusuna verilecek cevap şudur: 21. yüzyılı en gerçek haliyle anlatmak için daha iyisi olamazdı. Ya da varsa gerçekten yazabilirsiniz; büyük bir saygıyla şapka çıkarırım.

       Robinson Crusoe olmadığımıza göre ve zaten bakir bir ada da kalmadığı için ortalıkta, doğal seleksiyona bir şekilde malzeme olmuş evrenin (sözde!) en gelişmiş canlısı olan insanlarız. Doğa iyi ya da kötü olmaya önem vermez, ona göre sadece güç baki olandır. İngilizler buna ''survival of the fittest'' der, ürpertici ama gerçek. En uygun olanın hayatta kalması olarak dilimize kazandırabileceğimiz bu terim, işlerin nasıl yürüdüğünün bariz örneği. Peki neler yapıldı bu çarkı devirmek adına? Kanlı ihtilaller, darbeler, protestolar, manifestolar, kitaplar, örgütler, partiler... Düzeni sürdürmek adına da globalleşme, glokalleşme, kapital devrimler, savaşlar, katliamlar ve hepimizin bildiği şeyler...

      Peki bize ne oldu? Oldum olası ''biz'' kavramı üzerinde durmuşumdur. Siyasi boyutunu bir kenara bırakarak, bu dünya için hala neler yapılabilir, adaletin neresinden kavramak gerek ki çark kurbanları azalsın derdindeyimdir. Protesto insanı değilimdir, anı kurtarmayı severim. Çözümler üretmeyi, gerçekten etkili olmayı. Fakat bunları yaparken antipatik olmamayı başarmayı da severim. İnsanı her şeyden çok severim. Hak hukuksa söz konusu, bir de haklıysam beni tank bile durduramaz. Yeter ki davamın gerçekliğine kalpten inanayım. Oradan demesi kolay, bir de pratikte gör diyenlere de bir çift lafım olur. Ben lafı değil, icraatı önemserim. Mesajım yerine ulaştıysa bir düşmanım daha olmuş demektir. Buna da sevinirim, çünkü bu benin doğru bir adım attığımı gösterir. Eleştirilmekten zerre kadar korkmam. Sadece politik konularda değil; hayatın içinde de öyleyimdir özelimi merak edenler için.

     Benim derdim insandır, mekanımsa dünyanın kendisi. Coğrafyalarda geçen hayatlar, beni coğrafyanın kendisi kadar ilgilendirir. İnsan merkezli hümanizma çerçevesinde fikirlerini ve yolunu oluşturmuş, o yolda da emin adımlarla ilerleyen sıradan bir vatandaş, bir dünya vatandaşıyım. Ben herkesi insan olduktan sonra bağrıma basarım, hakkını da ararım. Voltaire'in dediği gibi: ''Fikirlerinizden nefret ediyorum, ama onları savunabilmeniz için hayatımı feda etmeye hazırım.'' İnsan olmanın temelinde ve bütün dinlerin özünde hoşgörü yatmaz mı zaten? İnsan saygı duymadıkça, dinlemedikçe kendine ne katabilir koca bir hiçten başka?

      Hala Afganistan'da bir kadın açlıktan ağlayan bebeğini susturmak için dileniyorsa, Irak'ta bir bomba daha patlayıp bir hayatı mahvediyorsa, bugün basın özgürlüğü denen şeye zerre kadar riayet yoksa, Afrika'da her saat başı bir çocuk açlıktan ölüyor ve dünya nüfusunun neredeyse %40'ı günde 1 $'ın altında bir refah seviyesinde yaşıyorsa, insanlar fikri haklarına saygı duyulmadığı için içeri atılıyorsa, kadınlar hala ikinci sınıf insan muamelesi görüyorsa, hala 3. Dünya ülkesi kavramı varsa eğer biz neyin bölünmesini yaşıyoruz?

     Sağ-sol derken mahvolan hayatların kendisi değil de neden örneklemler önemli politikada? Eğer aşırı sol deyip de fikirlere uymayan bir hayat yaşıyorsan ey sözde yoldaş, neresindesin sen hayatın? Bu zamana kadar ne yaptın? Kaç canlı kurtardın, kaç gözyaşı dindirdin? Protesto sonrası içtiğin biranın markasını, ayağındaki converse ayakkabıyı, izlediğin Holywood filmini görüp de kendi ironine gülmez misin sen?

     Ey sözde Müslüman ve kapitalist kardeş; Selam'un Aleyküm. Sana uğramadan geçeceğimi mi sandın? İslam dersin, hoca olur talkım verirsin; üzüm salkımını önce sen yersin. Kurban kesersin, İslam dersin; etleri bir fukaraya dahi vermezsin. Söyle bakalım, sen hayatın neresindesin? İslam hoşgörü dini dersin, ırkçılığı, yobazlığı önce sen yaparsın. Paylaşım dersin, bir kuruma bağış yap desem cebine akrep girmiş gibi olursun. Sen kendi ironine gülmez misin?

    Sağ-sol derken neleri harcadık bu hayatta, neleri göz ardı ettik düşünmez miyiz hiç? Anlamsız kavgaların insanı olmaktansa, neden herkes önce kendi kapısının önünü süpürmez? ''Lafım sözde kendilerine -ist takılı kavramlar yükleyenleredir; sürç-i lisan ettiysek affola.'' Neden barış çanlarının hayalini değil de, savaş sözünün hayalini yaşarız içten içe? Neden bomba sesi heyecanlandırır da bizi de, barış güvercinlerinin kanat çırpışı anlamsız ve sıradan gelir?

    Sıradan bir insanım ben, sıradan bir hayata bir kayalığın üstünde oturup bakan. Ben gökyüzüne bakarım; ne zaman mavileşecek de uçurtmamı uçuracağım diye. Ne zaman ağlama sesinin yerini kahkahalar alacak, o zaman benim işim bitti deyip gözlerimi kapatacağım. O zamana dek, ben yine bu dünya için elimden geleni yapacağım. Gönüllülükse eğer, ben en önde giderim. Yardımım dokunacaksa, ben her şeyim. Eğer beyhude çabaların kızıysam eğer, ben hiçim. Bağımsız bir dünya vatandaşının, içten gelen sözleridir bunlar. Altında bir şey aramak anlamsız. Şimdiye kadarki hayatımı bu uğurda harcadıysam eğer, geri kalan ömrümü de bunun için harcamaya değer.

    Sevgi ve barış için,

    Bahanur

18 Aralık 2010 Cumartesi

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

7 Aralık 2010 Salı

İzlandik Ezgiler

   Sabahın erken saatlerinde kendimi Sigur Ros grubuna kaptırmamın altında yatan nedenleri araştırırken, aslında başat sebebin İzlanda'nın kendisi olduğunu kavradım. Malumumuz kendisi uzak ve egzotik ada ülkelerinden biri olup, kaçış anlarımızda sığınmak isteyeceğimiz limanların başında gelebilir.Yolu İzlanda'ya düşenler, İzlanda'nın ne kadar büyüleyici ve saf bir kültüre sahip olduğunu söyleyip öve öve bitiremezler. Ülkenin coğrafik yapısına bakıldığında kuzeyde olduğu görülür, fakat gayzerlerle dolu bu ülkede hava güney kıyılarda ılımandır. İskandinav ülkeleriyle karşılaştırlıdığında daha ılıman olduğu söylenebilir en azından. Anlaşılacağı üzere bugün burada İzlanda ve Sigur Ros için varım. Kendisi İzlanda'nın medarı iftiharı ve benim de ölmeden dinlemem gerekenler listesinde ikinci sırayı alan gruptur.

   Sigur Ros'u İzlanda'yla bağdaştırmamın nedeni, grubun İzlandik kültür öğelerini şarkılarında çok iyi barındırıp bunu dünya piyasasına etkili bir şekilde sunması ve  aynı zamanda kültürlerine belli bir ölçüde sahip çıkmalarıdır. Bakıldığında şarkıların Icelandic (Türkçeye adaptasyonu zor olan bir dili adı) olduğu ve tek tük İngilizce şarkıların olduğu görülür. Anlaşılma kaygısı gütmeden bu kadar güzel ve cennetten çıkma olduğunu bile düşünebileceğiniz şarkıların dünyanın her yerinde dinlenmesi ve müzik otoriteleri tarafından beğenilmesi bana biraz da küyerelleşme kavramını düşündürtmedi değil. Küyerelleşme üzerinde kitap yazılabilecek kadar ayrıntılı bir konu olmasına rağmen bir satırda açıklamak gerekirse onun küresel olanla yerel olanın iç içe geçmesi olduğu söylenebilir. İnsani duyguların evrenselliği ve İzlanda kültürünün yerelliğinin bir potada eritilmesinden doğan bu leziz müzik en iyi örneklerden biri olabilir.

    Örneğini bloğumda verdiğim müzik bir denizcinin hayatını anlatır ve denizcilik kültürünün İzlanda gibi okyanus ülkelerinde ekonomik açıdan hayati önem taşıdığı coğrafyayla ilgilenen herkes tarafından bilinir. Kültürün müziğe adaptasyonu ve bu yolla küreselleşmesini desteklerken, aklıma Türkiye'deki popüler kültür ve müziğimizin yok oluşu konusu da gelmedi değil. Bu da ayrı bir panel konusu olurdu muhtemelen. Sertab Erener'in Eurovision başarısı aslında kendi müziğine sahip çıkıp, ödün vermeden icra etmenin getirilerini gösterme bakımından şahane bir örnektir. Örneklerin çoğalması dileğimizdir, biz İzlanda'ya dönelim.

    Nüfus yoğunluğunu çok düşük olduğu ve halkın çoğunluğunun Reykjavik'te yoğunlaşması bize başkentin ülke için ekonomik açıdan hayati önemi olduğunu gösteriyor. Gelişmiş bir Avrupa ülkesi olarak gösterilen İzlanda'nın her ne kadar tarihi bağlantıları olduğu ana karayla ilgisi olsa da aslında kendi kültürünü yaratmış bir ülke olduğu görülür. Bankacılık, dolayısıyla hizmet sektörünün gelişmiş olduğu İzlanda, doğal kaynaklara duyduğu saygıyla da diğer ülkelerin bir adım önüne geçiyor.


    Gayzerler ve diğer doğal kaynaklar ülkede elektrik ve su gibi harcamaların bedava olmasını sağlıyor. AB üyesi bir ülke olmayan İzlanda, iyi ki de değil dedirttiriyor aslında. Acaba koruyabilir miydi o kendine has narin havayı batıya çok fazla karışmış olsaydı? Bilinmez.Demokrasiyle yönetilen ve insan hakları duyarlılığının had safhada olduğu, minik ve sevimli bir ülke desem, çok mu elit ve üstün körü bir yorum yapmış olurum? Sanırım evet. Saeglopur denizci manasına geliyor Icelandic dilinde, tam da İzlanda masalına uygun düşen bir şarkı ismi değil mi ama? Siz en iyisi kendinizi Saeglopur büyüsüne kaptırıp, kendi içinizde yaşayın İzlandik ezgilerini, her gün Türkiye'nin nağmelerini birilerinden dinlediğimiz gibi...

    Politikadan birazcık da olsa uzakta, bir saati kendinize adayıp, okuyun  Jules Verne'nin o fantastik güzellikteki Dünyanın Merkezine Seyahat'e ilham kaynağı olmuş şu güzel ülkeyi. İlla savaşlar mı bizi ilgilendirmeli? Duramaz mıyız kötü haber duymadan? İlgilendirmez mi bizi de barışlar savaşlar kadar? İroniler toplumu olarak, her ikisini de içinde eritmeyi bilen ve bununla çok iyi yaşayan bir millet olarak İzlanda soğuğu biraz çarpabilir, dikkat!

  

  



  

21 Kasım 2010 Pazar

Aung San Suu Kyi Sonunda Serbest

   Güneydoğu Asya politikasıyla biraz da olsa ilgilenen her kişi Aung San Suu Kyi'nin kim olduğunu az buçuk bilir. Eski blog yazılarımda Myanmar'dan bahsetmiş ve Aung San'ı yazmadan geçmemiştim. Muhalif lider Aung'un askeri cunta tarafından ev hapsine mahkum edilip 20 yıl sonra dünya basınının baskısıyla ve insan hakları örgütlerinin yoğun çalışmalarıyla geçtiğimiz günlerde mahkumiyetinden kurtulduktan sonra aktif siyasette rol oynayıp oynamayacağı henüz belli değil.

    Halkın askeri cuntadan çektiği sıkıntılar bir yana, fakirlikte Myanmar'da başlı başına bir dert. Halkın gelir seviyesi GSMH'in altında ve bu da yoksulluk sınırının ne kadar düşük olduğunu işaret ediyor. Halk halinden elbette memnun değil, ama askeri cunta öncesi ülkenin mali durumunun daha iyi olduğu gerçeği var. Daha önce bahsettiğim gibi, Myanmarlılar kendilerine Burmalı, ülkelerine de Burma denmesini istiyorlar. Myanmar askeri cuntadan sonra ülkeye verilen isim olabilir, çünkü eski coğrafya atlaslarında ülkenin adı Birmanya olarak gösteriliyor.Bu da aslında bir nevi yönetimden memnun olan ve olmayan Burmalıları bize açıkça gösteriyor.

    Askeri yönetimlerin ülke için maddi ve manevi zararları bilindiktir bizim için, çünkü bizler de ihtilal çocuklarıyız. Hayat herkese bir şaka yapmıştır 1980'lerde. Biz yaşamamış olsak da (90 kuşağında doğanlardanım ben) ailelerden duyarız etkilerini. Dünyanın hiçbir yerinde tutmamış ve sonuçları belli olan bu sıkı yönetim aşkının ne zaman tamamıyla terkedileceği belli olmasa da, kendi içinde çalkalanan cunta ülkelerinde durum aşikar. Gerileme ve siyasi çalkantıların ülkesinde yaşamak ve vatandaş olarak haklarını dilediğince yaşayamamak. Kulağa ne kadar kötü gelse de bu yönetimin var olduğunu bilmek gerek.

    Peki Burma'da şimdi neler olacak? Aung'un eski partisi (Natioanal League for Democracy) tekrar siyasi hayata devam edecek mi? Ederse Aung'un tekrar ev hapsine yollanması ihtimali nedir? Dünya basını ve ben hapisten Aung'un kurtuluş sevincini yaşarken, bir yerlerde Aung için tekrar tutuklama kararları çıkabilir. Son haberler bu doğrultuda ve Nobel Barış Ödülü sahibi, benim ilham kaynaklarımdan olan bu barış simgesi muhalif liderin sonu ne olacak? Dileğim kendisinin emekliye ayrılıp geri kalan ömrünü politikadan uzak geçirmesi. Fakat tecrübeyle sabittir ki politika öyle kolayca bırakılacak bir şey de değil (bkz: Necmettin Erbakan).

    Babasının da zamanında suikaste kurban gitmiş olması bana Benazir Bhutto olayındaki benzerliği çağrıştırıyor ve bu beni biraz da korkutuyor. Onun gibi barış adına yaşamış bir kadının kendini bilmez bir cunta tarafından katledilmesi fikrinden ölesiye korkarak yazımı bitiriyor ve geçmiş bayramınızı kutluyorum.

   Barış çanları bu kez Aung San Suu Kyi için...

14 Kasım 2010 Pazar

Bir Gün, Bir Hayat, Bir Tarih...

   Uyandım, saat 8 buçuktu, takvimlerse 10 Kasım'ı gösteriyordu. İdrak etmek biraz vaktimi aldı. Liseden koptuğumdan beri bu tür özel günlere olan ilgi biraz azalıyor gibi. Doğanın kanunu büyüdükçe dünyevi şeylere daha bir yapışmak, gerçeklik denen kuyuya olanca hızınla düşmek. Realizmden dem vurup üstadları kızdırmak ne haddime, geçiştirelim bu konuyu da ''Aman, el alem ne der!'' diye. Bu da bilincin derinliklerinde kaybolan, yenmiş yutulmuşlardan olsun ki başımız rahat olsun!

   Hazırlanıp evden çıktım. Siren sesleri yayılırken şehrin o kasvetli sabah havasına, derin bir nefes alıp silkindim. Anladım, bugün o günlerden biriydi. Kaybedilenin arkasından sadece bir gün ağlayıp ikinci gün hayatına kaldığın yerden devam etme günü. Hiçbir şey olmamış gibi yaşama, bir gün (o da şüpheli) hatırlayıp sonrasında bir dahaki seneyi bekleme günüydü 10 Kasım da... O da unutulup gitmeye, tarihin sarı yapraklarına karışmaya mahkumdu diğer günler gibi.

   Hüzünlendim, caddede yürürken hayatlar geçti yanımdan. Baktım, bir duraksadım ve merak ettim, acaba 10 Kasım onlar için ne ifade ediyor diye. Ortasında durdum kalabalığın, ne yapacaklar diye. Hiç kimse bir şey yapmadı haliyle, hayat aktı yine olanca hızıyla onlar için. Benim için zaman durdu 9'u 5 geçince. Araba sesleri duyulmaz oldu, trafik durdu ve mekan değişti. Kendimi 20. yüzyılın başında İstanbul sokaklarında buldum. Etrafta koşan insanlar vardı, ''O öldü!'' diyen sesler çevremi sardı...

   O kadar yabancıydım ki kendi insanıma orada, soramadım cesaret edip de... Ama anladım. O ölmüştü ve ben 1938 yılının tam içindeydim. Anneannem tam da bu tarihte ve İstanbul'da doğdu. Büyükannem üzüntüsünden erken doğum yapmış. Atatürk çocuğu olarak doğdu canım anneannem ve ölene kadar da bunu sayıklayacak. Anneannemi görürüm umuduyla Beşiktaş'a gittim yarıp kalabalığı... Oradaydı işte, minicik ve doğduğu günün önemini bilmeden masumca yatıyor beşiğinde. Geri döndüm, dokunmadım tarihin akışına...

   Sokakları insan almıyordu, her yer ağlayan halkla doluydu ve sonunda O geldi... Sonsuz uykusuna yattığı tabutuyla, binlerce ağlayanıyla, dostuyla, düşmanıyla. Dizlerimin bağı çözüldü ve hissettim. O ölmemişti aslında geriye dönüp o kalabalığa baktığımda. Binlerce Atatürk vardı etrafta sözler verip antlar okuyan... Her biri birer kahramana dönüşmüş o halkın gözünde cesareti ve sevgiyi gördüm. Gördüğümde de içimde bir şeyler aktı gitti. 21. yüzyılın esir çocuğu olarak ben ne yapabilirdim günümüzün sözde postmodern gençliğine?

   Düşündüğüm anda zaman mefhumu geri geldi ve kendimi yine o kalabalık caddede buldum. Buruk bir hüzünle gülümseyip, sabahın köründeki hayalperestliğimin sınırları zorlamasına şaşarak, yoluma devam ettim. İnsanlar aynıydı ve gerçek değişmeyecekti. O gün yeni bir parça ekledim kendime ve o yola öyle devam ettim. Ben, ben değilim derler ya hani, biraz öyleyim. Daha sakin, buruk ve düşünceliyim.

   Acaba Atatürk yaşasaydı ve bizden biri olsaydı? Gerçekten ne derdi 2000'li yıllara, getiri ve götürülerine? Düşündüm bunu da. Yavaşça O'nun için duamı edip, saygı duruşuna durup bir de bayrak astım. Yeter dediler, tamam dedim. Dayanamadım, bir de bu yazıyı yazdım.  Ata'm, tamam mıdır desem, eminim ''Yetmez çocuk'' derdi. Yetmez Ata'm bilirim, ama bununla idare et bu sene de. Gör bak, daha neler yapacağm seni gururlandırmak için... Söz veriyorum: Türk sözü...

   Herkes adına düşünüp, tüm yükü sırtlıyorum. Ben yazıyorum, siz okuyorsunuz. Ben düşünürken çoğu insan uyuyor. Böyle de mutluyum ben, devam ederim sanırım uzunca bir süre daha. Geç kalmış bir 10 Kasım yazısıydı bu, özür dilerim. Geç olsun da güç olmasın diyelim de bir ''ATA''sözü ile bugünü de kurtaralım!

3 Kasım 2010 Çarşamba

Hastaneye Düşmeden Evvel İki Kere Düşünmek Gerekir(miş)!

  Bana bu lafı ettiren X ili devlet hastanesine öncelikle buradan teşekkürlerimi (!!!) sunarım, sağ olun, var olun yazıma ilham kaynağı oldunuz! Siz olmasanız belki de bugün daha sağlıklı olacaktım, buna da şükür, sayenizde baş ağrısı çeken adama nasıl tansiyon serumu verildiğini de öğrenip tıpta devrim yaptım! Aman efendim, sakın alınayım demeyin! İyiyim ben, şunun şurası bana bir sınava mal oldunuz! Sınav nedir ki sizin dün gece üstümdeki emeğiniz karşılığında!

  Dün gece ağır bir ateş ve baş ağrısı yüzünden kıvranırken, nereden ettiysem ettim kendimi bir devlet hastanesine attım, bin pişmanım başlıktan da anlaşılacağı üzere. Başta bile bile lades deyip yüce ninelerimizin eski yöntemlerine uyup, ne olacak sanki ucunda ölüm mü! var deyip sirkeli su falan derken akşamı zor ettim. Baktık olmayacak, bir hastaneye falan gidelim aman vizeler öncesi sakata gelmeyeyim dedim tabir-i caizse. Arkadaşla bir taksi tutup (burada ayrı parantez açmak gerek, bayağı bir kazıklanmışız taksimetre sayacı sayesinde aslında!) en yakın (Allah'tan yakındı!! Yolda ruhumu teslim ediyorum artık dediğim anda Azrail'le hesaplaşmam acilin önünde bitti, umarım başka güne kalır bu!) devlet hastanesine gittik.

   İçeriye olabilecek en kötü ve hasta halde girdim, hasta kabulün önünde bekliyorum. Bu işlere bakan beyefendi tam 10 dakika beni sağlık güvencesi adı altında bekletip, bir de babamın emekli sandığını güncelletmediğini söyleyip tahakkuk name istedi, kim uğraşacaksa artık, tam iyimserlik! Ben yavaştan kayıyorum ama zemine bu arada iyice ateşim çıkmış durumda. Ardından güç bela adını şimdi hatırlamadığım saçma sapan bir masaya daha uğrayıp asıl şoku (aslında hepsi şok da, bu en öldürücü darbeydi!) orada yaşadım. Tablo şöyle: Her halinden ateşi olduğu belli olan bet beniz gitmiş bir kız, arkadaşı yardımıyla ayakta duruyor. Diğer yanda da halimi görüp de dalga geçercesine (artık bunun argosunu da kullanmayayım, ciddi iş yapıyorum şurada!) utanmadan 'Neyiniz var'' deyip de sinir ve saygı katsayımı bayağı bir zorlayan yeni bir görevli!

   Verdim cevabı, vallahi de verdim! ''Çok iyiyim ben aslında sağlıklıyım da, sizi bir ziyarete geleyim dedim!!!'' demem üzerine ''O zaman sağlıklı yazayım ben buraya'' diyen bir zihniyet! Allahım, sana geliyoruuum deyip besmele çekmem üzerine sevgili kankam devreye girip durumumu (karşımdaki zaten kör ötesi, daha enjeksiyonla serumu ayırabilir mi bilmiyorum ki, hastayla sağlıklıyı ayırsın!!!) bir nebze de olsa tarif etti. İçeride yirmi dakika bekletilip yanlış tedavi gördükten sonra, eve kaçtım! Evet, bıraktım geldim ve ertesi gün yine hasta bir şekilde nine tedavime döndüm.

    Şu an gayet iyiyim, sağ olsun Türkiye'm ve sorunları beni ayakta tutuyor ve ''Sen de ölürsen, ne olur bu gençlik'' dedirtiyor da kalan iki dirhem nefesimi burada harcıyorum. Kimi nasıl suçlasak da bu işin altından çıksak tekerlemesi yapıp dizsek sorunları ne çıkar altından acep?

    *Doktorların ve memurların düşük maaşları,

    *Devletin sosyal politikadan ayrılıp daha çok canını alma politikasına yönelmesi,

    *Çalışma koşulları,

    *Ve hastane çalışanlarının psikoloji bilgisinden tamamen yoksun olması.


    Acaba verilmiyor mu hasta psikolojisi dersi tıp fakültelerinde? Nedir bu devlet hastanelerinin bitmeyen çilesi? Milletin özel hastaneye gidip de bugün de insan muamelesi görelim cinsinden taleplerini artık daha haklı buluyor ve geçmişteki hastane kapitalizmi yaklaşımı üzerindeki eleştirimi geri alıp: Ne mutlu özel hastaneye diyorum!

    Katılın ya da katılmayın, bu pek de benim ve diğerlerinin acı çektiği gerçeğini değiştirmeyecek! Yine de karar yüce milletindir, buyurun meydana!

27 Ekim 2010 Çarşamba

DİKKAT! DÜNYAYI BİZİMLE PAYLAŞAN BİRİLERİ VAR!

  Bu cümleyi binlerce kez duyduk, okuduk ve beynimize yerleştirdik. Kimimiz bu dünyayı paranormal varlıklarla, kimileri uzaylılarla, kimileriyse diğer insanlarla paylaştığımızı düşünür. Bunun bir de canlı boyutu vardır ki bitki ve hayvanları, yani somut varlıkları kapsar. En çok ihmal edilen alanı da budur. Neden illa başka varlık dendiğinde insanların beynini tuhaf şeyler meşgul eder en yakınımızdakiler varken?

  Dünyadan soyutlanmışlığın, bir kaçışın sembolü müdür yakındaki dostları görmezden gelmek? Onlar hep oradalar, çöp kutularında, kuytu köşelerde. Oysa her sabah aynı yoldan yürüyüp de aynı köpeği fark etmeyen binlerce insan vardır. Haberlerde izlediğimiz hayvan katilleri, hayvanların sömürü aracı haline getirilmesi ve pet shop davası. Hala mantığını kavrayamadım o kadar sahipsiz hayvan varken gidip bir kediye bir milyar vermenin.

   İki gün evvel tanık olduğum bir olay beni bu mevzu üzerine derin bir şekilde düşünmeye itti. Sabah okula giderken bir fino köpeği gördüm, besbelli terk edilmiş bakılamadığından dolayı. Hayvan kendi kendine gezip herkesten medet umuyordu. Arkadaşımla tartıştık bu konuyu, keşke yanımda yiyecek olsaydı. Rejim yapacak günü bulmuştum! Ama bir de işin şu boyutu var: Taşıma suyla değirmen dönmez, kesin çözüm gerekir. Bir şey yapamadım ama o hayvan gözümün önünden bir saniye bile gitmedi. Ertesi günse aynı hayvanı kampüsün önünde gördüm. Milletin peşine takılıp gidiyordu ama bir türlü içeri giremiyordu da güvenlikten dolayı. Bizim üniversitenin kampüsü evsiz hayvan barınağı gibidir, nasıl oldu da bu zavallıyı almadılar, o da ayrı bir konu.

    Duygularımı nasıl kontrol edeceğimi bilirim, ama insanların görmezden gelmesi, o hayvanın aç bir halde onların peşinden gitmesi ve medet umması içimde bir şeyleri harekete geçirdi ve evet ağladım. Aylar sonra her şey için oturdum ağladım; çaresizlikten, öfkeden, gördüğüm duyarsızlıktan. Bir daha görmedim onu, belki görüp yemek verme şerefine erişip birilerinin kaybolmuş şerefini telafi edebilirim. Bir özür borcum var ona ve yuva bulmak istiyorum. Ne yapacağım hakkında fikrim yok, ama ağlamaktan daha fazlası olmalı diye düşünüyorum... Fikri olan varsa lütfen söylesin.

     Onlar oradalar, ne kadar görmezlikten gelinselerde.... Bir parça ekmek ve sadece biraz sevgi, başka şeye ihtiyaçları yok. Bizden daha şanslılar, çünkü umursamayan bir dünyada bizden daha az yaşayıp bir şey idrak etmiyorlar. Sadece bize acıyorlardır eminim. Acınacak durumda olan onlar mı yoksa görmezlikten gelmeyi yeğleyip geçici morfin durumu yaratanlar mı?  Hayvanlarla aramızdaki farkın sadece akıl-fikir olduğuna inananlara!


20 Ekim 2010 Çarşamba

Kültürel Relativizm: İçimizdeki Büyük Eksiklik

   Kültürel relativizm tanımı dilimize geç girip hala yerleşememiş sosyolojik terimlerden biridir; açıklamak gerekirse en basitinden toplumlar arası empati kurmak diyebiliriz. Bir müslümanın domuz eti yiyen birine etnosantrik açıdan bakıldığında anlam verememesi bir kültürel relativizm eksikliğiyken, bir budistin de kurban kesen müslümanlara vahşi demesi de aynı şekilde buna örnek oluşturur.

   Kültürel relativizmde ahlak ve değer yargıları sorgulanmaz, olanı olduğu gibi kabul etmek vardır. Bir toplumu bir değere göre yargılamak bu terimin doğasına aykırıdır ve sosyologların üzerinde uzun zaman çalışıp uzmanlaşmaya çalıştığı bir alandır. Sonuçta toplum bir bütündür ve içindeki farklılıklarıyla güzeldir, toplumu toplum yapan da farklılıklarıdır.

   Kültürel relativizme duyduğum ilgi etnosantrizmin artmasından duyduğum telaştan kaynaklanıyor aslında. Burada bir tırnak açıp etnosantrizminde ne olduğu açıklamak gerektiğini düşünüyorum. Etnosantrizm kültürel relativizmin aksine bir kültürü kendi değerlerine aykırı, ters ya da uygun olmadığı savıyla yargılayan insanlar için kullanılan etnosantrik sözünün terim halidir. Etnosantrizmde önyargılar ve çeşitli negatif duygular vardır.Bunlar geçmişten gelebildiği gibi (savaşlar, tarih vb) günümüz toplumunda da oluşabilir (siyasi görüşler, mezhepler vb).

    Globalleşen bir dünyanın insanları olarak gelişmemiz ve ırkçı, ayrımcı söylemlerden uzak durmamız beklense de artan toplumsal olaylar etnosantrizmi körüklemekte, bu da toplumların birbirini objektif bir şekilde anlamasına ve anlaşmasına engel olmaktadır. İletişim kurmak için öncelikle karşımızdaki kişiyle nasıl çift taraflı empati kurmamız gerekiyorsa, geniş insan topluluklarının da empatiyi ilerletip bunu kültürel relativizme dönüştürmeleri gerekir. Gerekir, çünkü insanlığın temelinde iletişim kurabilmek için önyargı ve korkulardan arınma vardır. Bu insani bir gereksinim olmakla birlikte, sosyolojik açıdan düşünüldüğünde bunun toplumsal bir gereksinim olduğu da görülür.

    Günümüz Türk toplumuna baktığımızda bölgeler arası kültür seviyesi düştükçe, kültürel relativizm oranının da buna paralel olarak düştüğünü, dolayısıyla bir iletişim kopukluğu olduğunu görüyoruz. Bu tüm toplumsal olaylar için geçerli, eğitimsizlik eşittir iletişim bozukluğu. İletişim bozukluğunun da nelere yol açtığını, açıyor olduğunu ve de açacağını bilmek hiç de zor değil. Toplumda yaşanan bütün sıkıntıların temelinde aslında bir ön yargı ve kabul etmeme seli olduğunu görürüz. Bir şeyler topluma ters geldiğinde (aslında kime ve neye göre) onları dışlamak ve yok saymak, bizi etnosantrizm, dolayısıyla cahillik tuzağına biraz daha düşürüyor.

    Kabul etmeyi illa olumsuzluğu alıp bağrımıza basmak olmadığını açıklamak yersiz, farklılıkların olduğunu bilmek ve saygı duymak bir zorunluluktur, insani bir zorunluluk. Aksi takdirde toplumsal ilerleme süreci biraz daha baltalanmakta ve dolayısıyla gecikmektedir. Kültürel relativist yaklaşımlar toplumun her kesimine gitmediği ve benimsenmediği sürece milli ve evrensel barışın yolunun tıkalı olduğunu söylemek gerekir.

    Ne kadar önyargı, o kadar gerileme. Tüm önyargıları bir rafa kaldırıp düşünme günüdür, en azından benim için.

8 Ekim 2010 Cuma

Köksüz Bir Ağaç Gibi

    Sevgili Damien Rice sevdiğim ve takdir ettiğim bağımsız ve dobra müzisyenlerden biridir yeryüzündeki. Sadece ritimleriyle değil, fikirleriyle de varolabilen ender incilerden. Nereden girdin Damien Rice’a diye soracak olanlara sözüm şudur: Rootless Tree. Türkçeye köksüz ağaç olarak kazandırabileceğimiz bu şarkının bende uyandırdığı duyguları anlatmak için başvurdum Damien’a. Kendisi şahsına münhasır bir müzisyen ve de kimseyi iplemeden ettiği laflar da mevcut. Bu şarkıda Damien aslında giden sevgiliye duyulan öfkeyi dile getiriyor olsa da yazıma ilham kaynağı olan ‘Rootless Tree’ sözcüğünün kendisidir.

    Bazı insanlar vardır, kendilerini hiçbir yere ait hissetmezler ve köksüz ağaç misali oradan oraya sürüklendiklerini hissederler… Ben de bu ağaçlardan biriyim gün be gün olduğum yerin aslında benim yerim olmadığını hisseden… Bu yurtsuzluk değil, bir yere alışamamışlık, ya da terk edilmişlik duygusu değil… Bu kendini yenileme zamanının geldiğinin işareti…

    Bazı insanlar vardır büyüme sancıları çeken… Kaplarına sığamazlar, bir yerlere gidip bir şeyleri değiştirmek isterler… Bir yanlışlık vardır onlara göre düzeltilmesi gereken. Bir bitmemişlik duygusu taşırlar içlerinde her zaman, bitirdiklerinde huzur bulabildikleri. Ben de onlardan biriyim, yapamadıklarımın özlemini çeken ve başarmak için de sancılar çeken…

     Bazıları vardır hayatta, keşfedememiş kendini, kimliğini. Kendi dışında ne varsa olmak isteyen… Gülen maskeler takarlar, içten içe ağlarlar aslında ‘Ben de varım!’ diye. Ama saklarlar gerçek kimliklerini kabul edilmem, dışlanırım korkusuyla… Ben de bu ağaçlardan biriyim, eğer çiçek açarsam koparırlar korkusu taşıyan derinlerde bir yerlerde…

      Bazı insanlar gördüm yüzlerinde bir umutsuzluk ifadesi, kendi kendini yiyen, ben doğru muyum acaba diyen. Kendini ve benliğini dışlamış, birileri bundan memnun olsun diye. Başkalarını mutlu etmek için kendini ve umutlarını feda eden insanlar gördüm, başkaları mutluluğu tadarken, kırıntılarıyla beslenen… Ben de kırıntılarla beslendim, belki bana da bir lokma verecekleri zaman gelir diye…

       Yeniden doğmak isteyen insanlar gördüm, umudunu yitirmemiş… Tekrar güneşli sabahlara uyanıp bir yerinden tutunmak isteyen hayata… Her şeye rağmen gülmeye çalışan ve tekrar şarkılar söyleyebilen. Benim umudum var, güneş yeniden doğacak üzerime eğer umudumu yitirmezsem diyen… Ben de onlardan biriyim, hala umudunu yitirmeyen var olacağım, yeniden doğacağım diyebilen…


        Dünya insanlarla dolu, milyonlarca, umudu bekleyen, ışığı arayan zifiri karanlığın içinde. Onlar oradalar ve de orada olacaklar, köksüzlükleriyle. Sırtlarına umudu yükleyip çıkacaklar yeniden yola, kimseyi takmadan, aldırış etmeden hayata. Onlar hep var olacaklar kök saldım sanan ağaçlara inat, köksüzlüklerini dibine kadar kullanacaklar, sadece bir yere ait olmamanın tadını çıkaranlar da olacak, cefasını çekecek olanlar da... 


        Ama onlar OLACAKLAR, birileri hala varoluşu sorgularken!


        Köksüz ağaçlarız biz, ben ve diğerleri…
  
        Köksüz ağaç olmayı tercih ederim,  eğer dünyanın yükünü paylaşmayacaksam…

        Köksüz ağacım ben, eğer dünya kökler yüzünden savaştaysa ve insanlar ağlıyorsa…

        Köksüz olurum ben, umudumu kaybetmektense…

        Köksüz kalırım ben sürüklenirim oradan oraya, bencilliğimle kök salmaktansa…

27 Eylül 2010 Pazartesi

Hint Esintisi

  Çocukluğumda oynadığım harita oyununun bir eseridir benim ülke sevdalarım aslında. Kendi ülkem benimseyip haklarında il sınırları dahil her şeyi öğrendiğim ülkeler bile mevcuttur baktığımda. Beni en çok etkileyen ve de kişisel gelişimimde önemli rol oynamış Doğu'nın incisi Hindistan hakkında az şey bilmeme rağmen bu ülkenin bendeki önemi kapladığı alandan bile büyük. Kültürüyle, tarihiyle tüm onuru ve güzellikleriyle kolayca kendimi ait hissedebileceğim ülkelerden biridir muson ülkesi.


 Hindistan hakkında enine boyuna konuşacak değilim, ben atlas değilim, sadece gerçekten hoşlandığım rastgele kültürel ögelerden dem vurmak istiyorum. Bir de eğer yakalarsam işin politik boyutu tabii ki. Beni en çok etkileyen toplumsal yapıyı oluşturan bağ ve toplumun kast sistemi çevresindeki etik ve kültürel birliği. Her ne kadar Hindistan bir iç savaşlar ülkesi olsa da, kültürün yarattığı ögelerin yitirilebileceği gerçeği kabul edilebilir şeyler dahilinde değil. İnsanların belli bir yaşam seviyesi var ve bu insanlar dinin etrafında kurdukları bu kültürel çemberi geçemezler. Bu kendini ve aslını inkar etmek olur ki buna ''Aslını inkar eden asılsızdır'' der Türk büyükleri. Her ne kadar batılılaşma ayağına ülkesini inkar eden Türk büyüklerimiz, Avrupa'da İslam'a bağlı görünmemek ve de ''Biz çok moderniz, bakın domuz bile yiyoruz'' tarzında arada kalıp sonradan görme olmuş, acınası büyüklerimiz olsa da hala eski toprakların kadim sözlerinin değerinin bilebiliyoruz, şükür.

   Hindistan değerlerinin farkında olan ve büyüme yolunda önemli adımlar atmış (ki bu büyüme maalesef nüfusu da kapsıyor) yazılım olsun, iş sahası olsun Batı'nın muhtaç ve hayran olduğu kara parçalarından biri. Potansiyel turizm alanı olmasının yanı sıra potansiyel suçlarla dolu bir alanı da var. Açlığın ve sefaletin doğal getirisi olan suç oranları nüfusu ve suçlusu az (buna sırtı pek, karnı tok ülke demek daha doğru olur) ülkeleri ''Hiii, duydun mu bugün Hindistan'da...'' dedirtiyor. Halk alışık, halklar hep alışıktır zaten. Belli bir süre sonra uyuşmaya başlarlar ve duymaz olurlar acıyı da tatlıyı da.

   Ben bunun baharat kokusundan kaynaklanabileceğinden feci halde şüphelensemde, baştakileri bir şeylerle suçlamak işi daha kolay kıldığından bu yola başvurmaya devam edeceğim. Baharat konusu biraz mantığın sınırında ve delilikle dahilin buluştuğu o ince noktada. Kast dedim, evet. Kast sisteminin baştakilere getirilerinin fevkalade olduğu su götürmez bir gerçek. Reenkarnasyon denilen bir olgu var dinde ve bu olgu bugün gördüğümüz Hindistan'ın bu Hindistan olmasında da önemli bir rol oynuyor.

    Nedir kast?  Tanımdan da bakılabileceği gibi halkı uyutma ve isyanı en aza indirgeme adına düzenlenmiş, dini ve sosyal bir kurum haline getirilmiş bir olgu kast. Zengini iki kat zengin, fakiri ise beş beter süründürmeye yarayan, hakkını arayacağın varsa da ''Uğraşma, bu dünyadan ötede yeni bir hayat var da, ben kral olacağım da'' dedirten bir sosyal bozukluk aslında. Sosyal bozukluk ama baharatın etkisiyle kendinden geçmiş, Ganj'ın (kendisi dünyanın kullanılan en pis nehri olma unvanını almıştır tahminimce) içme suyuyla midesindeki yanmayı düşünüp politikadan ve haberden bihaber toplumun pek umursadığı söylenemez.

  
   Slumdog Millionaire ile patlama yapmış Hint Dünyası rüzgarı esmekte Hindistan'ı haritada sorsan gösteremeyecek zihinlerde.

   Baharat kokulu ülkenin kahverengi derili insanı yağmurlu bir muson mevsimine uyandığında sıtmasıyla, bir zengin yeni bir Hint kreasyonu yaratıp bu kültürden prim yapıp servetine servet katmaya devam edecek yine.

   Çölleri, musonu, karıyla muhteşem bir üçü bir arada olan bu topraklar yine bir patronun ellerinde iş makineleriyle can çekişecek.

   Bir nehir kalacak geriye sessizce ve tüm kiriyle, sanki halkını kötülüklerden arındırmak istercesine akacak olanca hızıyla ve bulanıklığıyla, içinde sakladığı sırlarla.

   Birgün yeni bir Gandhi gelir, kim bilir güneşin erken doğduğu bu ülkeye.

20 Eylül 2010 Pazartesi

95 Yıl Sonra Akdamar!

     Beni heyecanlandıran ve barış adına aradığım kırıntılardan en büyüğüydü bu haber. Kırıntıdan ziyade koca bir lokmaydı, haberi tadından yiyemedim ama boğazıma takılma durumu falan da olmadı haliyle!

     Dün ailemle canlı yayında izledim Akdamar Adası'na yapılan seferi ve akabinde ayini. İnsanlar mutluydu ve gözlerinden umut okunuyordu, bir şeyleri kaybetmemişti bu insanlar hala. Beni en çok sevindirense hiçbir taşkınlığın yaşanmadan ayinin adabıyla sona ermesiydi.

    Beklenenin aksine protesto ve savaş ortamı yoktu; aksine bir barış ve minnettarlık ortamı vardı ağlayan insanlarla. Onlar ağlıyorlardı, 95 yıl sonra atalarının ayak bastığı yere ayak basmaktan duydukları sarhoşluktan ötürü. Bu bastırılmış bir zafer sarhoşluğu değil, mutluluk sarhoşluğuydu. Gurur duydum o anda tüm insani değerleriyle bu ülkenin ve insanlarının. Hala içimizde dışarı çıkmayı bekleyen bir barış güvercini var ve yavaş yavaş salmaya başladık onları umudu yansıtan masmavi bir gökyüzüne beyazın masumluğuyla!

   Fakat, Aram Ateşyan'ın sözleri biraz kafa karıştırmıyor da değil. Bir bakalım ne demiş: '' AKP yapabilecekleri en iyi şeyi yapıyor; onlar bir şeyler yapıyorlar. Biraz dindar bir parti olmalarına rağmen azınlıklara yakınlar ve bize haklar vermek için ellerinden geleni yapıyorlar, fakat yine de muhalefetler.'' Kendi içinde bile çelişkiler taşıyan bu sözlerin ana hedefi AKP ve de ''Ermeni Soykırımı''nın tanınma meselesi, bu aşikar. Fakat bu bile bu günü politik bir saçmalığa dönüştüremezdi...

   Azınlıklarımıza sahip çıkmamız ve de onları tarihin hediyeleri olarak görmemiz gereken şu günlerde biz Türk milletine de büyük görev düşüyor. Irkçı ve milliyetçi yoldan ayrılıp çok iyi yerlere gelmiş insanlarımız var, hepsi birer birer Türkiye'nin gururları olmuş. Bir de ikinci yolu seçenler var boş bir dava uğruna hem ömrünü hem Türkiye'nin politik arenadaki onurunu yiyen. Neden insanlar ikinci yolu seçmeye pek heveslidir bilinmez ama biz olmayalım onlardan. Kalan sağlar bizimdir, sahip çıkalım onlara. Gerek mi var tonlarca savaşa, zaten dünya yeterince kan içti, hele bu topraklar. Tarihimizi (objektif olanından bahsediyorum!) bilen herkes onunla gurur duyar, ama ben diyorum ki kuru gururla bir yere gelinmez icraata ihtiyacımız var hala güvenilir ve doğru insanlara ihtiyacımız olduğu gibi!

   Bir kez daha katkılarından dolayı herkesi kutluyor ve barışı diliyorum. En güzel dileği....

18 Eylül 2010 Cumartesi

İsrail Kadın Harekatı! (Ortadoğu Dosyası: İlk Bölüm)

   Geçen gün okuduğum ve beni bayağı bir mutlu etmiş olan haber adına birkaç bir şey yazmadan geçmeyeyim dedim, zira barış adına ne varsa kırıntısına kadar toplamak zorunda hissediyorum kendimi. Bulmakta en çok zorlanılan ve elde edildiğinde de kıymeti bilinmeyen sevgili misali barış da kendinin gösterip geri çeken nazlı bir kavram. Hele Ortadoğu'dan bahsediyorsak nazlanma kat sayısı gittikçe artıyor!

   Sözde barış görüşmelerinden sonra durumun vahameti ortada. Taş olduğu yerde duruyor ve bir Allah'ın kulu ''Şuna bir el atalım da ayağımıza takılmasın artık'' demediği için de bu ağırlığını koruyor. Kadınların barış konusunda erkeklerden daha azimli, hevesli ve güçlü olduğunu söylerim hep. Kimileri buna gülüp geçse ve feminist bir yaklaşım olarak değerlendirse de, ki bendenizin uzaktan yakından alakası yoktur feminizm akımıyla. Kendimi zaten erkeklerle eşit görüyor, cinsiyet ayrımcılığına maruz kaldığımdaysa kendi adaletimi gerçekleştiriyorum. Herhangi bir kuruma ihtiyacım yok beni savunması için, bu da yazıma feminist yakıştırması yapacaklar için ön uyarıdır.

    Bazı İsrailli kadınlar geçen mayıs ayında yaptıkları işi tekrar yapmaya hazırlanıyorlar, diğer yandaysa Alman Yahudi Sesi Örgütü'nün lideri Kate Katzenstein-Leiterer Gazze'ye yeni bir yardım gemisi göndermeyi planlıyor, büyük bir risk. İsraildekiler için ise çift taraflı risk mevcut. Çünkü geçen mayısta yaptıkları gibi yeniden Filistinli kadınları Tel-Aviv sahillerine götürüp beraber eğlenmeyi planlıyorlar. Bu şu demek: İsrailli kadınlar adam kaçırmaktan, Filistinlilerse sınırı geçmekten cezalandırılabilirler. İki ucu yaldızlı değnek durumundaki İsrail Hükümeti'nin ne diyeceği ya da tam olarak ne dediği meçhul. Tepkilerin olacağı kesin halk tarafından, beni asıl meraklandıran Netanyahu'nun ne tepki vereceği ya da tepki verip vermeyeceği.

   Kendisi katı kuralları ile tanınıyor. Alman Yahudi Sesi Örgütü'nün basın açıklaması şu: ''Bazıları yaptığımız şeyi ihanet olarak görüyor. Fakat asıl soru onların bütün hakkında gerçekten ne bildikleri. Bazı insanlar eğitilmek istemiyor.'' Bu açıklamadan da anlaşılan şu ki, bu kadınlar tepkiyle karşılandı ve de ihanet etmekle suçlandı. Her millette barışı baltalamak isteyen ve de bundan ne çıkar sağladıkları maalesef aşikar olmayan insanlar yaşamakta. Toplumlara düşen haklarının ne olduğunu bilmek öncelikle. Bir şeyi savunabilmek için öncelikle onun ne olduğunu bilmeliyiz. Toplumlar neden kaybederler, bir de işin bu boyutu var.

    Ortadoğu toplumunun kaybettiği nokta dini dayanak olarak görüp eski kinleri yüzyıllar geçmesine rağmen terk etmemeleri. Kin ve din. Apayrı kavramlar ve ikisinin bir cümle içerisinde kullanılması bile savaş sebebi olabilir. Fakat bu insanların yaptığı tam da bu. Gerçi durumu oraya gitttiğimde daha iyi anlayıp sentezleyebileceğime inanıyorum, umarım bu dileğim gerçekleşir de daha somut verilerle burada olurum gelecek sefer. Okuduklarımdan, yaşadıklarımdan ve de duyduklarımdan çıkartılabilecek yorumlar bunlar. Daha derinlere inmek benim tez konum olacak, buna inanıyorum. Belki yayınlama şansına da sahip olabilirim düşüncelerimi.

    İsrailli kadınları tüm kalbimle kutluyor ve destekliyorum. Savaşın sivil boyutuna karşı çıktıkları, ümitlerin enkazlarına el atma cesaretini gösterdikleri için!

16 Eylül 2010 Perşembe

Sınırların Ötesinde

   Mülteci sorunu dünyanın belli başlı insani sorunlarından biri. İstatistiklere göre dünya nüfusunun %3'ü heniz yerleşik değil ve daha iyi bir hayat uğruna gelişmiş ülkelerin sınırlarını kara ve deniz yoluyla zorlamaya devam ediyor. Rakamlara bakıldığında sonuç ibretlik, 350 milyondan fazla insandan bahsediyoruz.




        Mülteciler hakkında çocukluğumdan beri bir şeyler duyardım ve ne zaman adliyenin önünde toplanmış, teslim için bekleyen o insanları görsem içimden bir şey kopardı, acımadan da öte bir şeydi bu, acımayı sevmem zaten. Bu insanları ve ellerinden alınmak üzere olan yeni bir yaşam umudunun yok oluşunu görürdüm. Neden buradalar diye düşünürdüm başkaları anlık acımaların peşindeyken. Belki de topluma düşkünlüğümün temellerini ufacık bir çocukken atmışımdır. Dünya nimetlerinin %99'unun dünya nüfusunun sadece çok az bir kesiminin elinde olduğunu öğreneli çok olmadı, birkaç sene. Bu birkaç sene hayatımı kökünden değiştirdi ve yaşama amacıma da bir yön verdi. Hazır insanlıktan bahsederken, mülteci sorununu es geçmek olmazdı.

       Sınırlar neden var diye düşünür dururum, neden umutlar, hayaller bir duvarla çitle sınırlandırılır çok merak etmişimdir. Globalleşme masalının bir karakteri değilim, sadece dünya küçük bir köydür masalını dinlemeyi ve de kendimi avutmayı seviyorum. Politikasını da ekonomisini de bir kenara atıp elele tutuşmuş insanlar görme hayalim çocukluğumdan beri dinmedi. Belki delirmeye başlıyorumdur her ümit arayıcısı gibi ben de. İstatistikler de hümanist birini akıl hastası yapmaya yetecek kadar korkutucu tablolar seriyor insanın gözünün önüne.

      Dünyanın savaşlarla, iç karışıklarla çalkalanmış ülkelerinde ise mülteci krizinin durumu daha ağır. Berlin utanç duvarının yıkılmasında beri diğer utanç duvarlarının da yıkılması gündemde. Nitekim hiçbir halk bu dyvarlara gönüllü de değil. Karşı duvarda sevdikleri, akrabaları, geçmişleri dururken bu insanlardan duvarları, çitleri desteklemeleri beklenemez. Umutları, hayalleri, sevdikleri ellerinden alınmış insanlara yasal dayatmalar getirilemez, dinletemezsin sözünü hiçbir şekilde. Nerelerde peki bu utanç duvarları en çok? Dünyanın sorunlu bölgeleri ağırlıkta olmak üzere şöyle bir tablo var önümüzde; Ortadoğu, Güney Amerika, Doğu Asya ve Güney Avrupa.

    İrlanda, Belfast'ta iki mahalleyi ayıran,

    İsrail, Batı Şeria'da Filistinlileri anavatanlarından ayıran,

    Meksika, ABD sınırında kaçak göçü önlemek için örülmüş,

    Kuzey Afrika Ülkeleri (Tunus, Fas, Cezayir vs.), Avrupa'ya olan göçü önlemek için,

    Kuzey Kore, Güney Kore'yi Kuzey'den ayıran (daha doğrusu tek milleti iki devlet yapan) utanç duvarları mevcut. Bu duvarlar günden güne büyüyor. Aslında bu sınırlar insanlığı ayırıyor, devletleri değil. Utanç duvarlarının önünde durup ilerisini göremeyen insanlar, bugün duvarlara diğer taraftaki sevdiklerinin fotoğraflarını yapıştırıyorlar. Hükümetler göremiyor, görmek istediğini gören gözler vardır etrafta her zaman, devlet oluşumları da bazen bu gözleri kullanmayı tercih ediyor.

    Peki görmezden gelmek soruna ne derece etki ediyor? Sadece 2008 yılında ölen mülteci sayısı 2000'den fazla. İnsanlık değerlerinden dem vuranlar, kamyonlara insan değilmişler gibi tıkılan ve de havasızlıktan ölen insanlar için ne yaptılar? Ege sularında her sene Türkiye üzerinden Yunanistan'a geçmeye çalışıp boğulan insan sayısının azalması için kim ne yaptı? Yapılanların sayısı sebep olunanların yanında neredeyse sıfır! Annemin adliyenin önündeki mültecilere ekmek verip de polis tarafından azarlandığı günü hiç unutmayacağım... O insanların o ekmeğe bakan gözlerini de...

    Kimse sevdiği için kalkıp göç etmez. Sosyolojinin alanı olan bu konuyu uzmana bırakmak gerek ama toplumları göçe zorlayan sebepler de ilköğretim çocukları tarafından bile biliniyor. Kavimler Göçü en basit örneği bizim için. Asya'da ekmek su bol olsa kim kalkıp Anadolu'nun derdine düşerdi acaba? Kimse vatanından eğer geçerli sebebi yoksa ayrılmak, koparılmak istemez. İstisnalar varsa da kaideyi bozmaz!

    Sınırlar daralıyor, utanç duvarları yükseliyor... Hayaller ve umutlar tükeniyor. Birileri aynı ülkede farklı kaderleri yaşıyor duvarlar yüzünden. Peki biz payımıza düşenden ne kadarını yapıyoruz?

15 Eylül 2010 Çarşamba

''Karar Milletin'' Mi Acaba?

  Malumumuz bir referandum atlattık toplum olarak, her ne kadar sonuçları beni ve benim gibi düşünenleri memnun etmese de. Konum bu olmayacak, çünkü zaten ensesi kalın medyatik abi-ablalarımız çoktan beş ansiklopedilik laf çıkardı bu meseleden. Gazeteler bu köşe yazılarıyla doldu taştı, televizyonlar başka habere aman vermedi falan filan. Bazen acaba ikinci bir Rupert Murdoch vakasıyla mı karşı karşıya Türk medyası diye düşünmeden edemiyorum, bir referandumdan bu kadar rant elde etmek! İş bağış yapmaya gelse kimse gazetesinde, kanalında bu kadar zaman ve sayfa ayırmaz! Meseleyi, ucundan verip, hadi gidip bağış yapın bakın din kardeşlerimiz acılar içinde derler. Ne ikilem ama...

    İkiyüzlü ve de oldukça taraflı bir medyanın elinde objektif kararlara varabilmek deveye hendek atlamaktan da zor, onun için yapılan şeyler ve alınan kararların hepsi medyanın ve taraflar arası çatışmanın sonucudur. Halkın elinden tutmadıkça, eğriyi doğruyu göstermedikçe, yargılamadan, kendi haline bırakarak, suçlamadan bir şeyleri onların doğru karara varmasını beklemek ahmaklıktan başka bir şey değildir. Halka bir şey vermeden iki katını bekleme huyu Türk politikasının bir ürünü müdür yalnızca, yoksa evrensel yanılsama mı politikacılar ve de medya arasında? Araştırıp görmek gerek...

   Beni olayın boykot yönü ilgilendirdi en çok ve de takdirimi kazandı Kürtler bu haksız ve adaletsiz, elit kesim kararının halka empoze edilmesine tepki göstererek! Kim karar veriyor milletin adına? Üç beş kurum ve de sadece 550 milletvekili mi? Nerede bu milletin diğer meslek grupları ve etnik toplulukları? Gözardı edilmeler başladı yine, görmemezlikten gelmeyi yeğleme. Toplum bağırırken adalet, kardeşlik diye biz kaç kişinin insafına kaldık allasen? Kime düşmüş halk adına bağımsızca kararlar vermek? Elimize bayram şekeri misali paketlenip kurdelelenmiş anayasayı verdiler, bayram çocuğu konumuna da düştü bu millet sonunda!

   ''Al çocuğum, bak bu anayasa, biz senin adına düşündük taşındık yaptık bunu, şimdi kabul et bakayım'' mı olduk! Resmen evet, biri bağırır HAYIR diye, biri yırtınır EVET diye, ey ahali MİLLET bu kararın neresinde? Sorun da bu zaten, Doğuyu galeyana getiren ve de haklı olarak isyan ettiren. Beni ve diğerlerini, ki bende soyu tükenme tehdidi altındaki türlerden biriyim, isyan ettiren de özgür iradenin gözardı edilip millete zorla! onaylattırmak millet adına alındığı savunulan her kararı.

    Doğuya dönüp baktığımızda isyan tarihi bayağı bir eskiye dayanıyor aslında.topl Derdini dinlemediğin bir umun ileride dert olması Türkiye'nin kaçınılmazları listesinde birinci sırada yer alıyor. Osmanlı toplumunun etkilerini görmüyor muyuz biraz da burada? İlgilenilmeyen eyaletler (Balkan sancakları ve de güney eyaletleri gibi) ve de ardından gelen özerkliklerle bağımsızlıklar. Ne kadar gözardı edersen o kadar gözardı edilirsin, bu bir gerçek. Toprağa maddi olarak sahip olmak değildir önemli olan, o toprağa maddi manevi sahip çıkmak ve de onu yaşatmaktır tüm güzellikleri, farklılıklarıyla. Nedense Türk tarihinde hep atlanmış bir politikadır bu, bedelinin ödeneceğinin bilincinde olarak.

    Bedel ödemeyi ve de bu faturayı da halka kesmeyi çok seven hükümdarlarımız  ve de cumhuriyet sonrası devlet adamlarımız oldu. Türk miletinin kaderi midir bu kadersizliği mi? Neden yapılan yanlışların, hataların bedelini toplum olarak biz ödemek zorundayız? Peki sözü edildiğinde neden kızarız, neden üstlenmek istemeyiz suçları da gurur kaynaklarımızı üstlendiğimiz gibi? Çok mu değişik bir milletiz anlamak için, yoksa zaman mı marjinalleştirdi bu milleti? Başka panele konu olur bu.

    Boykot kararını takdir ettiğimi söylemiştim, buradan özerk bir Kürt bölgesi istediğim sonucu çıkmasın, demem bu değildir. Bir milleti görmemek ve de gördüğünde görmezden gelmek, demem budur benim. İsyan etmelerinin nedeni devletin bir millete yaptığı yanlışlar, uyguladığı saçma politikalardır. Hem kendi milletini hem de diğer toplulukları mağdur etmektir yanlış olan. Geç kalmış özürlerin ülkesiyiz, millet olarak yapılanları hak etmedik, ama göz yummayabilirdik de. Biraz da suçu bilinçsizliğimize vermek gerekir diye de düşünmekten kendimi alamıyorum. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur demiş atalarımız. Çok yerinde ve de doğru bir söz bu 21. yy. Türkiyesi için. Bakılan yerler serpildi, birer birer altın oldular da, nerede bu ülkenin bir diğer yarısı?

   Kendi kaderine mahkum edilmiş bir halk ve de Batı. Bir yanda Türklük değerleri, bir yanda bu ezici gücün karşısında direnmeye çalışan bir halk... Haklı bir direniş değil de nedir bu? Hak kanla, silahla elde edilmez, ama bir söz daha vardır halk arasında: Yapana değil yaptırtana bakacaksın diye... Bu da doğrudur, yapılanlar ortada. Peki biz millet olarak ne istiyoruz bu konuda?

   Önemli olan bizim ne istediğimiz, başkalarının değil... Ermeni Techiri yada Rum Mübadelesi gibi konularda karar devlet değil de millet tarafından verilseydi durum daha farklı ve de iç acıcı, en azından daha insani olacaktı her iki taraf için!

    Gerçekten Kürtleri tarihteki diğer azınlıklarımızı kaybettiğimiz gibi kaybetmek istiyor muyuz?
 
    Çocuklarımız büyüyünce onlara da ''Yavrum Yunanlı, Ermeni ve Sırplar düşmandır, şimdi bir de Kürtler eklendi'' demek mi istiyoruz?

    Bölünmüş bir Doğuya pasaportla mı geçmek istiyoruz?

    Oradaki insanları kaderlerine mi terk etmek istiyoruz?

    Doğudaki güzelliklerimizi kaybetmek mi istiyoruz?

    Bizim ne istediğimiz önemli millet olarak, açılım falan bahane. Neresinden açarlarsa açsınlar, millet açmadıkça bu meseleyi tarihi ayıplarımızdan biri olarak kalacaktır Kürt sorunu da!


  

13 Eylül 2010 Pazartesi

Her Şeyiyle Pamir Kırgızları

   Türk kavimlerinin büyüklüğü ve etnik çeşitliliği hakkında ciltler dolusu kitaplar yazılıp çizilmiştir şimdiye dek. Ne kadar büyük ve yayılmacı politika güden bir toplum olduğumuz tarihi delillerle de aşikar. Nitekim boşa demiyorlar acaba Kızılderililer de Türk müdür diye! Mümkündür, Türk milletinin yolculuk konusundaki akıl almaz maceraları vardır, sevmeyiz ki biz millet olarak yerleşikliği, kanımızda var göçüp gitmek kısrak misali!

   Bizim Pamir Kırgız boyumuz ise her şeye (modernizm ve de 21. yy dahil) direnmiş ve de Afganistan'da dağların tepesinde yaşamayı kendine reva görmüş bir topluluk. Reva görmüş diyorum çünkü kendileri milenyumdan evvel Kırgızistan tarafından ülkeye çağrıldı, fakat onlar bu eve dönüş çağrısını reddederek göçebe ve de medeniyetten binlerce fersah uzak dağlarda sürgün misali bir hayat sürmeye devam ettiler. Amerikalı bir profesörün insanın Pamirlerin dağlarında yaşamayı hak etmiş olması için büyük bir suç işlemiş olması gerektiğini söylemesi de bu yüzdendir belki de!

     Coğrafyaya bakıldığında ne kadar çetin koşullarda yaşanıldığını anlamamak mümkün değil. Dört bir tarafı dağlarla çevrili ve de en yakın okula 4, en yakın sağlık ocağına ise atla 8 günde ulaşılabiliyor, o da eğer kışı atlatmış ve de talihliyseniz. Çünkü coğrafya sert ve de çevreyi bilmeyene aman vermiyor. Amerikalı etnolog Ted Callahan'ın tüm kışı orada, o insanlarla aynı koşullarda yaşayarak geçirmesi beni en etkileyen tarafı oldu. Neden biz Türkler olarak yeteri kadar ilgi göstermeyiz anavatanımıza da başkaları deli olur onun için, hala muamma bence. Doğuculuğum tutmadan yazıma devam etmek istiyorum. Kışlar ısıran bir soğuğu getiriyor, -50 derece... Yazları dahil akşamları battaniyesiz yatmak imkansız. Ekimden itibaren kar hiç kalkmıyor, yazları da ara ara yağıyor.

    Peki kimdir bu insanlar, neden oradalar?

    Acaba Amerikalının dediği gibi bir suç mu işlediler ki oradalar? Daha öncede belirttiğim gibi, bu onların seçimi. Ama dünyanın en ücra yerlerinden birinde bile politikanın sökmesi benim kadar sizi de şaşırtacaktır. Abdül Reşit Han'ın liderliğinde 30 yıldır varolan Pamirler, liderlerinin de etkisiyle (ki kendisi ağalıktan ve de hükümetten gelen yardım parasından gayet memnun) orada zor bir hayat sürmekteler. Politik oyunlar ve cehaletin yarattığı durumlar evrensel, ama bu televizyonsuz, ilaçsız, kitapsız Müslüman toplumunun bundan haberinin olmaması hiç de şaşırtıcı değil. Onlar azami sınırlarda yaşamaya çalışıyorlar ve yaşamaya çalışırken kültürel değerlerini yaşatamamaktan dolayı huzursuzlar. Yaşama tutunma savaşı onları değerlerinden ve de ahlaktan biraz uzaklaştırmış. Erkeklerin büyük çoğunluğu afyon bağımlısı, ve kadınlarında bir %5'lik kısmı. Sorduğunuzda aldığını cevap şu: Ne yapabilirim ki? Bu benim burada yaşadığımı unutmamı ve acımı (çoğunlukla diş ve de baş ağrısı) dindirmemi sağlıyor.

Böyle bir coğrafyada insanın yapabileceği şeyler sınırlı elbette. Yazın göç edip hayvan otlatıyorlar, kışınsa bir bakıma daha iyi evler yapıp tüm kışı yatarak geçiriyorlar, ki bu da pek fayda sağlamıyor. Bir kısır döngü var orada, eğer kış çok karlı geçerse hayvanlar telef oluyor açlıktan. Eğer kış iyi geçerse de pek sevinemiyorlar, çünkü bu bir dahaki kış kötü geçecek anlamına geliyor.

Kadın ve bebek ölümleri had safhada, tıbbi yetersizlik ve ilkel tedavi yöntemleri. Ted sadece parmağının yanlış kayna(tıl)ması ile paçayı kurtarmış olabilir, ama orada bebekler ve kadınlar tehlikede. Callahan'ın doğum hakkında anlattıkları tüyler ürpertici ve de insanlıktan uzak. Müslüman olmaları sebebiyle kadınlara el süremeyen, dolayısıyla yardım da edemeyen Ted'in de en büyük sıkıntısı kendini her alanda gösteren dini baskı olmuş zaten.... Kadınların erken yaşta evlenmesi (11-13 arası) de ölümlere neden olan bir diğer etken.

     Elin kolun bağlı oturmak da berbat bir his olsa gerek, bizzat Ted'in şahit olduğu, babasının çocuğunu doktora götürmeyip yardım parasıyla da afyona yatırım yapıp oğlunun ölümüne seyirci kalması gibi... Sefalet ve de cehaletin iç içe geçtiği bir kısır döngünün tabi sonuçları.

    Çoğu kez kandırılıp parası çalınan Ted'in şikayeti olmamış, yeter ki iyi bir şey için harcansın, ama bu da şüpheli elbette. Çoğunluğu afyon bağımlısı bir topluluk ve de başıboş insanlar... Bu ikisinin sonuçları pek de hayırlı olmasa gerek. Hiçbir millet için...

   Okurken bir parçamın orada kaldığı yerlerden biri olmaya başladı Pamir Bölgesi de.. Bana içimdeki steplerin çöllerden daha fazla olduğunu hissettiren bir şeyler, bu da Doğuyla aramdaki inanılmaz bağdan kaynaklanıyor olabilir aslında. Ortadoğu açılımımdan sonra Orta Asya'ya da bir bakarım belki köken keşfine çıkmışken. Kim bilir?

8 Eylül 2010 Çarşamba

Yasal Kurbanlar

    Geçenlerde otumuş her zamanki gibi memleket meselelerine derinlemesine dalmışken bir şeyleri fark ettim. Farkındalık güzel şey, ama nedense insanı acıtan bir tadı da var sanki. Derinlere indikçe bir yarayı kaşıyıp kanatıyormuşum gibi geliyor bana, eminim her duyarlı insanın çektiği sancılardır bunlar... Kendi ülkemden, kendi insanlarımdan çıkıp, daha evrensel bir bakış açısı yakalamaya çalıştığım günden beri daha objektifim sanki ve de daha geniş bir perspektiften bakıyorum olaylara. Şöyle bir bakıyorum da, görmemeyi tercih ederdim diyorum. Bazen görmemek, acıyı azaltıyormuş gibi bir yanılsama içindeyim.

    Gördüm, anladım ve üzüldüm. Neden sorularının kafamda uçuşturduğu binlerce soru işaretinden kurtulmaya çalışıtığım şu günlerde 'sen ve ben' diye bir ayrım olmadığını, aslında 'bir' olduğumuzu gördüm.

     Birileri var aramızda evet, ve bu birileri bize acı çektirdiler. Birileri dedi, biz hareket ettik, düşünemedik, anlayamadık. Birileri hep 'bizim' yerimize düşündü, irademiz elimizden alındı, biz bebektik birileri için. Büyüyemedik, farkına varamadık gücümüzün, benliğimizin. İçimize nefret tohumları salınırken öylece baktık ve de geçip gitmesine izin verdik diğer her şey gibi.

     Birileri yıllardır kucağında salladı bizi, büyüttü, besledi, farkına varmamızı yasakladı. Biz hiçtik, bizim fikrimiz önemsenmedi, duyuramadık sesimizi. Duyuranlarımız kaldırıldı ortadan, birer göçtüler, gönderildiler birer birer. İnsanlarımızı kaybettik bir hiç uğruna, kaybetmekteyiz de hala.

    Neden bölündük biz böyle?

    Birileri var, evet bizim birlik olmamızı istemeyen. Birimiz sağ, birimiz sol olduk, ne uğruna? Neydi idealler, neydi nedenler? Sen sağ ben sol derken kaptırdık kendimizi, amacımızı unuttuk, kendimizi de unuttuk dolayısıyla. Sorular vardı kafamızda, yanıtlayamadık, birbirimize düşmekten.

    Sen Kürt, ben Alevi, o Sünni derken bir de bakmışız ki elden gidiyoruz, kurbanlaştırılıyoruz, birileri tarafından. Yasal kurbanlarız biz, el altından yasa boşluğundan yararlanarak kullanılan, sonra da bir tarafa atılan yasal kurbanlarız hepimiz. Birileri bizim adımıza karar veriyor her mitinginde, her toplantısında. Birileri darbe yapıyor, sen diyor ben diyor, biz sadece bakıyoruz. Yasal görünen her naneyi yutuyoruz ve de bir güzel sindirtiyorlar adama.

    Neden konuşamayız biz, neden suskunuz, neden otonomik bir toplumuz? Birileri neden üstümüzde baskı kuruyor yıllardır, birilerinin sarhoşluğunun kurbanlarıyız biz? Birileri bizi cehenneme sürüklerken neden eyvallah deriz biz? Türklüğümüzden ödün vermeyen, cesur bir milletiz ya biz güya, hani nerede bizim cesaretimiz? Neresindeyiz biz yaşamın!

    Neredesindeyiz 21. yüzyılın? Birilerinin etkisinden ne zaman kurtulduk? Batı-Doğu derken neden ortada kalmış bir toplum haline geldik? Birilerinin yazı-tura misali kararlarına kaldık biz? Biz mi çok güçsüzdük onlar mı çok akıllı? Kimler faydalandı bizim iyi niyetimizden? Rant peşinden koşanların oyuncakları haline geldik iyice, kimin arabasına binsek o düdüğü çalar olduk. Kendi yolumuzu terkedip, birilerinin peşine takıldık, bu muyduk biz?

    Biz bu hale getirildik, bölünmeler, parçalanmalar... Biz bundan ibaret değildik, büyüktük, tek yumruktuk. Biz Türklüğü kafatası milliyetçiliğine indirgemezdik, islamiyetle ölçmezdik, hani biz hoşgörülü millettik? Bizim yüceliğimiz, farkımız bu değil miydi? Çok mu lazımdı bize Obama'nın Türkiye hakkındaki fikirleri? Bize ne dinden dem vurup da her fırsatta dini sömürüp tükürenlerden? Biz değil miydik bu vatanı her koldan kurtaran, ayrım yapmadan?

    Şimdi ne oldu? Kime ne ben Türksem, sen Kürtsen? İnsanlığımız kanımızla, soyumuzla  sopumuzla ölçülemez, kimseye düşmez bizim boyumuz posumuz! Kimlere kaldık böyle birken, birlikken? Acılaşmaya başlamış tatların elinde esir mi olduk biz kardeşken, kim belirler olmuş kardeşliği yurttaşlığı kan bağıyla?

    Birileri var, bizim yerimize karar veren, mekanizmalarımızı bozup bizi robotlaştıran, fark etmedik mi sandınız? Yine bir cinayet, yine bir çatışma, yine bir yalan, yine bir sömürü, yine iftiralar... Yinelemelerin ülkesi olduk haliyle, silkinme zamanıyken, iyice güzellik uykusuna yat(ırıl)tık.

     Uyan artık uyuyan güzel, sen uyudukça birileri daha da yüksek sesle ninnisini söyleyip uyutacak seni, nerede kaldı bizim değerlerimiz, neredesindeyiz kültürün... İçimize zorla sindirtilmeye çalışılıyor bir şeyler, irademizi kullanma zamanı artık.. Hayır ya da evetten ibaret değil hayatlar, biz iki karara göre bölünemeyiz, biz mi verdik bu kararı? Kim ne hakla bize sormadan adımıza konuşuyor, uyanma vakti, vakit geç olmadan...

     Kimiz biz, neyiz, öğrenmeli, unutmamalıyız...

     Birilerinin nesnesi olmaktansa, kendiliğimizi bilmeliyiz öncelikle. Bir isyan yazısıydı bu da, iz bıraktıysa biraz da olsa, ne ala...

5 Eylül 2010 Pazar

Benazir Bhutto: Doğu'nun Kızı

Benazir Bhutto'nun hayatı başarı, hayal kırıklığı ve de onurla doludur, öncelikle onunla ilgili bilinmesi gereken temel gerçek budur. Kendisi Zülfikar Ali Bhutto'nun kızı olarak 1953'ün 21 Haziran'ında Pakistan halkına hediye olarak gönderilip, 2007'nin 27 Aralık gününde de suikaste kurban gitmiş, ilk Müslüman kadın başbakan olmasının yanı sıra, tarihteki en iyi kadın yöneticilerden biridir de...

    Benazir Harvard ve Oxford gibi üniversitelerde yüksek öğrenim görmüş, son derece modern bir kadın olup üç tane çocuğa da sahip olabilen, çocuk da yaparım kariyer de lafının (keşke yaşayan diyebilseydim) en iyi örneklerindendir. Bir eşine daha rastlamadığım yöneticilerdendir.

       O Doğu'nun kızıdır, tüm geçmişiyle, yaşamıyla. Doğu'nun değerlerine sahip çıkabilmiş, onu batıyla harmanlayıp kendine özgü bir yaşam tarzı yaratmış, hem kültürlü, hem erdemli hem de kadınlık değerlerine sahip çıkmış cesur bir yöneticidir de o... Doğu'ya sahip çıkan her insana karşı özel bir ilgim vardır, bilmek isterim neden sen de doğucusun benim gibi diye. Nedenlerinin öğrendiğimde de gözlerim parlar, Doğu bir sevgili daha kazandı diye, zira bugünlerde hep terk edilmelerde kendisi...

       Doğu'ya sahip çıkmak diye bir sözüm vardır benim, güneşin doğduğu, uygarlıkların başladığı yöndür Doğu. Batının karanlığında bile ışığından zerre kaybetmemiş, ezilse de yıpransa da hala tüm görkemiyle ayakta durmuştur, Benazir Bhutto gibi. Onun ölmesi bazı şeyleri öldürmüş değil, henüz kararmadı Doğu'nun ışığı. Onun fikirleri, sevenleri ölmedi. Önemli olan bu değil mi? Öldüğünde de yaşamak.

      Bazıları komplonun peşinde Benazir'e yapılan, ama gereken önlemler erken alınmadıktan sonra sonradan sızlanmanın hiçbir anlamı yok. Benazir gibi kadınlar ölümü umursar mı, o da muamma... Bir arkadaşım var Pakistanlı kendisi, eğer bir gün suikaste kurban giderse zerre kadar üzülmeyeceğini, çünkü bunun onun doğru bir şeyler yaptığına dair işaret olduğunu söylerdi... Aynısı benim için de geçerli… Ölmekten değil, yaşarken ölü olmaktan korkarım.

     Ölüme eliyle ayağıyla gitme cesaretini göstermiş bir başbakan, her şeyden önce bir anne ve kadındı o. Bir sözü var ki beni çok etkilemiştir. ''Bu hayatı ben seçmedim, o beni seçti...'' Acaba böyle midir hayatlar? Biz mi seçeriz onu, o mu bizi seçer? Kendi hesabıma, benim için seçilmiş olanı yapıyorum, kariyerim ve hayat tarzım bunun üstüne. Kadercilikse eğer bu, evet kaderciyim ben de.

    Işığa yöneliyorum, yani Doğuya. Işık ve Doğuyu eşanlamlandırmamın nedeni ikisinin benim için aynı şeyi ifade etmesi. Doğu aşığı pek kalmadı bugünlerde, bir emperyalizm dalgasıdır gidiyor derler de, batıda ışığa kaçma yolunda. Okuduğum seyahat kitapları hep bunların üzerine: Modernizmden ışığa kaçış. Peki Benazir ne yaptı? Batı asla onun vatanı olamadı, doğduğu yerde (Karachi) öleceğinin bilerek gitti ve evet, şimdi onun yokluğunda Pakistan daha da kötüye gidiyor.

     Keşke kadar nefret ettiğim tek kelime şiddettir, savaştır. Bu yüzden kullanmamayı tercih ederim, ama keşke demekten alıkoyamadığınız zamanlar vardır ya kendinizi, işte o zamanlardayım. Keşke Benazir ölmeseydi ve arkasında bu kara deliği bırakmasaydı... Keşke hayatını kaderin ellerine bırakmayıp baş kaldırsaydı. Keşke... Bir daha da kullanacağımı sanmam bu kelimeyi.