17 Aralık 2011 Cumartesi

Miramar'dan Notlar: Hayal Defterim

     
     Saat sabahın dördü. Uyku kaçıyor, ben her yerde onu ararken köşe bucak. Sanki yemin etmiş bu gece bana uğramayacağına. Ben de ısrar etmeden kalkıyorum yatağımdan yavaş yavaş. Atlas Okyanusu’nun o acımasız rüzgarı resmen ısırıyor etimi. Üstüme bir şeyler alıyor ve pencereleri açıyorum. İçeri bir yağmur kokusu doluyor soğukla birlikte. Hava iyi olursa, bugün bir yerlere gideceğim diyorum ve birkaç saat sonra yağmurun durduğunu fark ediyorum. Elimde bir tren tarifesi var. Miramar diye bir yer görüyorum. Adını mı sevdim nedir, hemen internette araştırıyorum. Porto’ya 30 dakika mesafede, oldukça şirin bir belediye olduğunu görüyorum Atlas kenarında. Kendi kendime gülümsüyorum: Ben neden kalkıp gitmiyorum?


    Şöyle bir şey keşfettim kendimde : Ne zaman penceremden gökyüzüne baksam umutla doluyorum. Tarif edilmez bir yaşama sevinci gökyüzünün maviliğiyle perçinleniyor ve geleceğimi, hayallerimi düşünüyorum. Saatlerce pencereden dışarıyı izleyip daldığım oluyor. Geçen uçaklara imreniyor, kim bilir nerelere gidiyorlar şimdi diye hayıflanıyorum. Hayalperestliğin dibine vuruyor ve umutlara sarılıyorum soğuk yastık yerine. Ya aynalara bakınca? Aynalara baktıkça görüntü derinleşiyor ve yirmi yılın izlerini görüyorum üstümde. Geçmişe dönüyorum her aynaya baktığımda ve nostalji yaşıyorum baştan aşağıya ürpererek. Nouvelle Vague şarkılarının yarı buruk hüznü gibi çepeçevre sarılıyorum geçmiş tarafından. Özlem duyuyorum ve aynalardan uzak durmaya çalışıyorum.


    Bunları düşünürken aynaya son kez gülümseyip odadan çıkıyorum. Yolda bugün yaşayacağım muhtemel güzel anları düşünüp mutlu olmaya çalışıyorum ama içim içimi yiyor, cevaplamadım bazı soruları diye. Cevaplanmamış sorular insanın beynini çürütür derler. Doğrudur. Her soru işareti beynimden birkaç hücreyi daha beraberinde götürüyor. Bu böyle devam ederse yakın zamanda hücresiz kalırım ben diye söyleniyorum kendi kendime. Gara geliyorum. Porto banliyösü geliyor olanca sesiyle. Biletimi elimde büküyor ve içeri giriyorum. Yoğun bir kuzey aksanlı Portekizce sarıyor tüm vagonu. Gülümseyen ve yüksek sesle gülen Akdeniz insanı sıcağı, soğumaya başlayan havayı unutmamı sağlıyor. Seviyorum sizi Portekizliler diyorum anadilimde. O sırada annem arıyor. Telefonda konuşurken herkes bana bakmaya başlıyor. Türkçeye bir anlam verememiş olacaklar ki, kendi işlerine bakıyorlar birkaç dakika sonra.

Miramar’a Giriş
Dalıp gidiyorum yeşillikler içinde hızla ilerleyen banliyönün puslu penceresinden dışarı. Gözlerimi raylarda bırakmış olmalıyım ki, sürekli geride bıraktığım ormanı düşünüyorum Porto’ya indiğimde dahi. Porto her zamanki gibi çok güzel. Halini hatırını soruyorum Miramar trenine binmeden evvel onun da. İkinci bir tren yolculuğundan sonra Miramar denen cennette iniyorum. Durakta kimsecikler yok ve inen tek kişi benim. Kendimi biraz yabancı hissetmiyor değilim. Ağır aksak ilerliyorum sırt çantamla taşlı yolda. Evler tek katlı ve hepsi oldukça lüks gözüküyor. Ya tatil beldesi burası ya da emekli diyarı diye kafamda çıkarımlar yapıyorum sahile doğru ilerlerken. Arabalar geçip gidiyor Miramar’ı selamlamadan. Biraz kızıyorum onlara. Böylesine güzel bir yeri selamlamadan geçmek ayıp diye. Belki de alışmışlardır zaten onlar bu güzelliğe, diyorum kafamı iki yana sallayıp. Hayatta alışamayacağım tek şey güzelliktir herhalde. Her seferinde şaşkınlığa uğratan ve bana yaşadığımı hissettiren başka ne olabilir ki şu dünyada? “Şaşırmadığı günleri günden saymama” huyu edindim son zamanlarda. Kulağımda Eddie Vedder ‘Into the Wild’ albümüyle, ellerim cebimde varıyorum Güneş Plajı’na. Manzara karşısında öyle bir büyüleniyorum ki, birkaç dakika hiç kıpırdamadan önümde uzanan sonsuz maviliği izliyorum.

   Miramar Plajı
  Plaja paralel uzanan tahta bir yol var. Hem yürüyüş yapıp, hem okyanusu keyfi yapmak için mükemmel bir fırsat sunuyor insana. Altımda şort, ayağımda terlikler ve üstümde askılı bir tişört varken, kendimi öylesine özgür hissediyorum ki… Uzakta birkaç martı ötüyor. Beni de alsanız yanınıza ne olur sanki, diyorum bilinçsizce ve ben tahta yolda ilerliyorum. Her santimetrekaresini sindirmeye dikkat ediyorum manzaranın ve bu eşsiz kişisel yolculuğun.


Bir saat kadar yürüyorum uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu boyunca sanki… Kıyıya yaklaşıyorum ve deniz kabukları toplamaya başlıyorum. Su, buz gibi ama aldırmıyorum. Her zerresi beni kendime getiriyor buz gibi mavinin. Benle birlikte birkaç orta yaşlı insan daha kıyıda deniz kabukları ve taş topluyorlar. Gülümsüyorum onlara, onlar da bana cevap veriyor hafiften kırışık dudaklarla. Acaba diyorum, ben de yaşlandığımda onlar gibi böylesine güzel bir yerde yaşama şansına sahip olabilecek miyim? Kim bilir… Belki de Miramar’a yerleşirim ben de emekli olunca.

Vasco De Gama Caddesi ve Hayal Defterine Notlar
Vasco de Gama caddesine gidiyorum. Ünlü gezgin Vasco’nun doğduğu yer mi yoksa burası diye heyecanlanıyorum. Henüz kesin bir bilgim yok araştırmadığım için ama meraklanıyorum. Ahh Portekiz diyorum, öyle bir ülkesin ve öyle maceraperest insanlara sahipsin ki, Brezilya’dan Macau’ya, Mozambik’ten Doğu Timor’a kadar uzanmışsın. Bu topraklar dar gelmiş olmalı sana. Caddelerde insan yok ve kendimi terk edilmiş bir kasabada gibi hissediyorum. Arabalar geçiyor yine olanca hızıyla, selam vermeden Miramar’a. Miramar’da ünlü bir golf sahasının olduğunu okumuştum. Oraya doğru gidiyorum. İnsanlar yemyeşil çimlere uzanmış hem piknik yapıyor hem de golf oynuyorlar. Ne güzel diye iç çekiyorum. Buna karnımdan gelen gurultu eşlik ediyor.


   Birkaç kafe var sahil boyunca. Bir tanesine giriyorum sırılsıklam bacaklarımla. Her yanım kum dolu. Üzgünüm, diyorum garson kıza. Kız gülümseyip önemli değil diyor. Elime acı bir Portekiz kahvesi alıyorum ve okyanusa sıfır düşüncelere dalıyorum. “Ne öğretti bu hayat bana, bu zamana kadar?” diyorum. Yüksek sesle düşünmüş olmalıyım ki, birkaç müşteri bana doğru dönüp bakıyor. Nitekim kalkarken sandalyemi devirdiğimde de, bakacaklar. Umursamıyorum. Utandım biraz sanki, başka dil konuştuğum için. Sessiz düşünmeye başlıyorum ve Atlas bana dalga sesleriyle yardımcı oluyor. “Bu hayat sana umudunu kaybetmemeyi öğretti’’ diyor sahile çarpan bir dalga. Aziz Pedro Şapeli olağanca heybetiyle deniz kenarından bana sesleniyor: ‘’Umudun yanında gücünü kaybetmemeyi de öğretti, değil mi?’’ diyor. “Haklısın” diyorum. Umudumu ve gücümü kaybetmemeyi öğrendim yirmi yıl boyunca. ‘’Umutlarının seni Portekiz’e getirdiğini düşünürsek, gayet işe yaradığını da görebilirsin’’ diyor bir deniz kabuğu.

Gülümsüyorum hafiften. “Ya ben?” diyor, oradan geçmekte olan bir martı.
“Bana da sor fikrimi”.
“Eee, neymiş hayattan öğrendiklerim?” diyorum martıya dönerek bu kez. ‘’Hayat sana özgür olmayı öğretti, istersen senin de kanatlarını açıp uçabileceğini ardına bile bakmadan. Sen de özgürsün artık ve uçmayı öğrendin. Yuvandan uçtun’’ diyor martı. İçim buruluyor bu kez. Ülkemi özlüyorum. Ahh Türkiye diyorum, ama artık kalbimin bir parçası sessiz sakin Portekiz’in. Bırakacağım onu burada, bir daha geri gelebileyim diye, sesleniyorum Aziz Pedro Şapeli’ne. Yaklaşıyorum Şapel’e doğru. O da kucağını açıp bana gülümsüyor. Sırtına alıyor beni ve bana okyanusa tepeden bakma şansı veriyor. ‘’Bak sen sadece okyanustaki bir kum tanesisin. Hayat sana bunu da öğretmedi mi? Kendini büyük görmenin ne kadar saçma bir şey olduğunu görmedin mi henüz’’ diyor.


   Öğrendim bunu uzun zaman önce, diyor ve yavaşça aşağı iniyorum. Son bir tur atıyorum Miramar plajında. Etrafta hediyelik eşya satan bir yer olmadığı için de kartpostal alamıyorum. İçime dert oluyor. Bu arada aniden bir şey hatırlıyor. O da Miramar’da yaşıyor. Portekiz’in Miramarında değil ama. Yeni Zelanda’nın Miramarında atıyor onun kalbi. Binlerce kilometre kare uzakta ve bir anda gözlerimden yaşlar dökülüyor. Ben öbür Miramar’a da gitmek istiyorum, diyorum. Tanısan öbür adaşını, sen de severdin onu. O Pasifik kıyısında ve en az senin kadar güzel. Miramar gücenir gibi oluyor. Tamam, tamam diyorum. Sen daha güzelsin, en güzelsin! Tekrar gülüyor Miramar ve olanca coşkusuyla dalgalanıyor sahil yeniden.


    Eve gitme vakti geldi, ama buraya bir daha geleceğim diye söz veriyorum Miramar’a. Deniz kabuğu, Aziz Pedro Şapeli, okyanus ve martı el sallıyor bana ve ben de cebime attığım deniz kabukları, taşlar, umutlar ve hayallerle Miramar’dan ayrılıyorum.

Bu yazı daha önce Martı Dergisi tarafından yayınlanmıştır.

29 Kasım 2011 Salı

Durdurun Şu Cinayetleri: Ukrayna Hayvan Katliamı!

Geçtiğimiz haftalarda gündeme bomba gibi düşen FIFA hazırlıkları için futbol hazırlıkları ''nedeniyle'' sokaklardaki binlerce kedi ve köpek canlı canlı yakılma tehlikesiyle karşı karşıya! Ukrayna hayvan katliamlarıyla ünlü bir ülke; çünkü bu ülkede sokak hayvanları sevilmiyor. Yetmezmiş gibi bir de işkence edilerek öldürülüyorlar. FIFA'nın Ukrayna'ya maçların oynanacağı bölgeden hayvanları uzaklaştırması için para ödediği söyleniyor. Ukrayna'nın ise bu parayı ne amaçla kullandığı meçhul. Lütfen şu fotoğraflara bakın ve bana insan olarak ne hissettiğinizi söyleyin.






    
   Normalde bu tür fotoğraflar paylaşmam ve bundan üzüntü duyarım. Bu kez durum farklı! 250.000 hayvanı kurtarmaktan bahsediyoruz. 80 milyon nüfusu olan bir ülkede imza toplamak zor olmasa gerek ama gelin görün ki Doğuş Bey'in saksısı, Cebeci'nin panpişleri diyen halkımız, bu tarz haberleri hayvan haklarına yeğliyor. Lütfen bu cinayetlere duyarsız kalmayalım ve bir imza da biz atalım ve bu mesajın yayılmasına katkıda bulunalım!


                EN İYİ DOSTLARIMIZ: HAYVANLAR İÇİN BİR İMZA LÜTFEN!


   İmzalayabileceğiniz platformlar şunlardır:


  


                                                                       

18 Kasım 2011 Cuma

Dünyanın En Güzel Şehirlerinden Biri: Porto

  '' Seyahat etme tutkumun hiçbir zaman dinmeyeceğini bildiğimden köşeye üç beş kuruş atmıştım. Burnumun dibinde duran Porto cennetini ve civardaki Atlas incilerini keşfetmeden olmaz diyerekten. İyi ki gitmişim dedim ardından; zira Porto ben de müthiş heyecan uyandıran bir şehir haline geldi. Her sokağı, caddesi, binası bana ayrı bir his veriyor ve bunları anlamlandırmaya çalışırken, kendimi başka bir güzellikle karşı karşıya buluyorum. Buyrun Porto...''


    
    Porto’ya gitmeden Portekiz’deydim denmez! Ben de hemen bizim turla Porto gezisine gidiyorum. Kendisi Braga’ya sadece 45 dakika mesafede. Porto bilindiği üzere, futbol takımı ve şarabıyla ünlü bir harikalar diyarı. Şehre girer girmez içimden ılık bir his yükseliyor ve kalbim küt küt atmaya başlıyor. Evet bildiniz! Porto’ya aşık oluyorum. Şehri ortadan ayırıp dingin bir şekilde akan, okyanusun yavrusu niteliğindeki nehri bir tam puan alıyor zaten benden. Küçük teknelerin akşam vakti açılıp gezintiye çıkmasını zevkle izliyorsunuz kenardan. Portekiz demek, tarih demek. Hiç mi bozulmazsın be şehir! Neden böyle güzelsin ve alabildiğinde durgunsun diyesi geliyor insanın cidden. Porto bu güzelliklerin sultanı olmaya aday.

    Şehre değişik bir hava veren eski evleri, dinler ülkesi Portekiz’i her şehrinde olduğun gibi burayı da kaplayan kiliseleri, onlarca tarih ve sanat müzesi ve elbette Gaia! Gaia Porto şarabının üretildiği ve onlarca şarap evine ev sahipliği yapan Porto’nun sevimli ve oldukça tarihi bir bölgesi. Konuşkan bir Japon rehber eşliğinde bir şarap evini geziyoruz. 150 yıllık şarapların bile olduğunu öğrenen ben hakikate dumura uğruyorum. Birkaç aklı evvel de fiyatını sormaya cüret edince basıyoruz hep beraber kahkahayı. Japon rehber söyleyeceği miktarla oldukça pahalı bir araba alabileceğimizi söyleyince duymasak da olur diyoruz.



    Şehrin merkezinde 1906 yılında kurulmuş olan dünyanın en güzel kitapçılarından birine uğruyoruz: Lello Bookstore! İçeride fotoğraf çekimi yasak, fakat internette Porto Lello Bookstore diye aradığınızda karşılaşacağınız manzara sizi kendine hayran bırakacak! Kendimi kraliyet balo salonunda gibi hissediyorum ve ihtişamından gözlerimi alamıyorum. Eduard Boubat’ın bir fotoğraf albümünü satın alıyorum Porto hatırası olarak. Oradan Porto stadyumuna gidiyor ve bir dolu fotoğraf çekiyoruz. Söz konusu futbolsa, Portekiz’in ikinci dininden bahsediyoruz demektir. Futbol bir yaşam tarzı ve bana sorulduğunda Türkiye’yle aranızdaki benzerliklerden biri de bu diyorum. 


    Porto Modern Sanatlar Müzesi’ne götürülüyoruz akabinde. Off the Wall sergisini geziyoruz. Dünyanın dört bir yanından tüm eksantrik işler burada toplanmış dersek yalan olmaz! Savaş karşıtı filmlerden ziyaretçilerin kendi izlerini bırakabildikleri odalara, maketlerden tablolara, insan vücudunun hassasiyetini sınamak için kurulmuş düzeneklere kadar tam bir çılgınlık müzesi. Porto’ya gelindiğinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. 


   Porto'ya tur gezilerinden sonra yalnız başıma da birçok kez gittim ve her seferinde şehir ben de başka tatlar ve anlamlar bıraktı. İçinde tarihi ve modernliği aynı anda barındırıp da insanın üstünde doğa üstü etkiler bırakan çok az şehir vardır dünya üzerinde. Lizbon, Porto, İstanbul, Londra ve diğerleri. Hepsi parmakla sayılacak kadar azdır. Bunlardan birkaçını gezme ve yaşama şansını bulduğum için minnet duyuyorum. Şehirler iz bırakır ve her gelip geçen yolcu da kendi izini şehirlerin üzerine... Ben de Porto'ya izler bıraktım, onun ben de bıraktığı izlere teşekkür edercesine...


   Not: Bu yazı daha evvel Martı Dergisi'nde tarafımdan Ekim ayında yayınlanmıştır. Portekiz hakkında daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak için tıklayın 



22 Ekim 2011 Cumartesi

Yazılmamış Bir Kitaba Önsöz

''Portekiz Günlükleri'' adını verdiğim bu bölüme bu kez daha kişisel bir şeyler yazmamın daha güzel olacağına karar verdim. Yazma terapileri diye bir seans olmadığı için hayatımda, ben de burayı seçtim. Kim bilir, ileride kitap yazarsam bunu gerçekten de önsöz olarak kullanabilirim...


Görmeyi arzulayarak geçirdiğimiz onca yıldan sonra, aslında hepimizin doğuştan kör edildiğini anladığımda 8 yaşındaydım. 8 yaşında bir çocuğun hiçbir derdinin olmaması gerektiği inancı ebeveynlerim başta olmak üzere çevremdeki herkesi öylesine sarmıştı ki, hepsi de içimdeki bu canavarın bir an önce yok edilmesi gerektiği düşünüyordu. Farklılıkların ölmesinin dünya düzenine katkı sağlayacağını düşünen ve sırf bu yüzden elimdeki çanta gerçekte yeşil olsa da diğerleri onu mavi gördüğü için bu çantaya mavi diyecek insanların yaşadığı bir ülkede doğmuştum. Mavinin yeşille dansından ilginç figürlerin çıktığı bir yerde dünyaya geldiğimde SSCB dağılmış, Berlin Duvarı yıkılmış ve daha nice siyasi olaylar olup bitmişti. Ben, bu toprakların kızı, 1991’de gezegene belki de kazayla fırlatılmış, meraklı ve dünyaya patalojik derecede aşık ortalama bir homo sapien olarak dünyaya geldiğimde annem 27, babamsa 33 yaşındaydı. Ebeveyn olmanın zararları ve yararları hakkında yeterince bilgi sahibi olunması gereken yaşlardı bunlar. Ya da toplum bunu bekliyordu onlardan. Gerçek şuydu ki, benim ailem iyi birer insan olmayı becerip de, iyi birer ebeveyn olmaya cesaret edemeyen insanlardı. İyi ki de öyleydiler. Onlar olmasa bu yazı yazılamayacaktı.


Kim ne iddia ederse etsin, ailede yaşadığımı her şey hayatımızı doğrudan etkiler ve sonuçları ciddidir. Ben, 1991 kızı, bana hayatımı düşünmem ve kendimi bir şekilde kurtarmam gerektiğinin öğretildiği bir ailede doğdum. O tarihte doğan insanlarla aramdaki farkı ya da aramızda fark olup olmadığını bilmiyorum. Bunu çok da umursadığım söylenemez. Sorunlar her zaman aynı olabilir, ama ayrıntılar ve cevaplar her zaman kişiye özeldir. Eğer tüm sorunların çözümü aynı olsaydı, binlerce yıldır insanlık her türlü soruna çoktan cevap bulmuş ve bu cevaplar ışığında da hayatını mutlu mesut idame ettirmiş olurdu. Fakat biz böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Gerçeklere döndüğümüzde ve sorunlarımızı ele aldığımızda hepimiz oldukça yalnız ve karmaşık canlılarız. Biz birer insanız. Aile de bu insanlık çemberinin ilk halkası olarak gözümüzü hayata ilk açtığımızda karşılaştığımız küçük ya da büyük grubun adı. Aile bizi yaratan ve farklılığımızı ortaya koymak, yaşam mücadelesi vermek adına savaşmamız gerektiğini bize öğreten ilk kurumdur.

Eğer bir kitabım olsaydı, bu aileme adanırdı...

Sizi özleyen kızınız...


6 Eylül 2011 Salı

Portekiz Günlükleri: Viana do Castelo

Viana de Castelo

    Günlerden Cumartesi. Çalar saati kapatıp heyecanla hazırlanmaya başlıyorum. Malum, istikamet Portekiz'in kuzey güzelliklerinden biri olan Viana do Castelo şehri. Diğerleriyle birlikte otobüse atlıyorum ve korkutucu bir şekilde yağan bir saatlik yağmurun ardından Viana do Castelo şehrine varıyoruz. Yalnız olamadığım için duyduğum rahatsızlık had safhada olduğu için başta pek ısınamıyorum şehre. Ama sonra...


Bir yere gezme amacıyla gidiyorsam eğer mutlaka ya yalnız ya da sevdiğim insanlarla birlikte olmalıyım. Tur gezileri kesinlikle bana göre değil. Bir turist rehberi eşliğinde yaptığımız Viana do Castelo gezisi bunu kanıtlıyor. Bir yandan şehrin büyüsüne kapılıp dalmışken, diğer yandan habire konuşan yaşlı rehberin sesini duyuyorum. Ses uzaklardan gelen bir dalga gibi önce belirsizken, sonra yaklaştıkça şiddetleniyor. Silkeleniyorum. 'Evet arkadaşlar, bu da bilmem nenin gelininin evinin vesairesi' sözlerine gülmeden edemiyorum. Buralarda her şey tarih demek. Türkiye'de olsak diyorum içimden, hadi oradan be kadın derlerdi sana! Turist rehberi sanki sesimi duymuş da alınmış gibi geziyi mimari açıdan mükemmel bir tasarıma sahip olan kasaba kütüphanesinde noktalıyor.


    Millet kitaba olan açlıktan çok midesindeki gurultuyla ilgilendiği için sevgili hocalarımızda bizi azap dolu bu geziden azat ediyor iki saat sonra sözleşmek üzere. Dört İspanyol ve iki Türk olarak yeni maceraya başlıyoruz: Türk yemekleri aramaca! Buluyoruz hemencecik ve kebab adını görür görmez taarruza geçiyoruz. Türkler olarak biz yeniyoruz ve İspanyollara kebab aşkının verdiği gazla bu savaşı elde ettiğimizi anlatmanın derdine düşmüşken, arkadaşım burasının bir Yunan restorantı olduğunu fark edip homurdanıyor. 'Baklavas değil, baklava efendim!' tarzındaki şikayetnamesiyle meraklı İspanyol gözleri şenlendiriyor. Bense Türk kebabının yanından bile geçmeyen kebabı mutlulukla dişlerken, kendimi şehrin büyüsüne bırakıyorum. Arkadaş hala yemek adlarında takılı, bozuk plak gibi 'bak-la-vaaa' diye İspanyollara alıştırma yaptırıyor.


    Şehrin o kuzeye özgü terk edilmiş ve esrarengiz havası beni kendine çekiyor ve Türk çayına duyduğum o anki özlemle uzaklara dalıyorum. Gören bilen de meditasyon yapıyorum sanacak! Yok, ne münasebet. Çayın hayalini kuruyorum Kibritçi Kız'ın Türk versiyonu olarak. Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer diyerek bir kahve istiyorum. Tepedeki eski kilise bana davetkar gözlerle bakıyor. Ah ne güzel olurdu şimdi oraya tırmanıp yeşilliklerin arasında kaybolmak, yitip gitmek diyorum. Dememle kalıyor tabii. Bizi oralara götüren olmuyor; aksine millet okyanusta yüzme derdinde! Bense habire tarihi yer koşturuyorum. Eskilerin içinde yeni olmanın egosunu mu taşıyorum nedir, her şehrin tarihi dokusunu severim. İstanbul'da en sevdiğim yer Sultan Ahmet ve civarıdır mesela.

Viana de Castelo Sahili

    Yeşille mavinin o ritmik dansını duyar gibi oluyorum ve şehrin müziğini dinlemek üzere gözlerimi kapatıyorum. Tüm o eski sokaklar, kiliseler ve heykeller gözümün önünde canlanıyor. Herkesten, her şeyden uzak. Her şehrin bir müziği vardır benim nezdimde. Viana do Castelo'ya Fado yakışık alır diyorum ve Mariza'dan nameler mırıldanıyorum kendi kendime. Toplaşıyoruz yine ve kesime giden koyun sürüsü gibi iki katlı bir otobüsün içine tıkılıyoruz. Sinirlerim tepemde aldığım MP 3 bozuk çıktı diye. Yol boyu menopozlu teyzeler gibi çemkire çemkire gidiyorum. Beni rahat bıraksalar, doğaya salsalar mutlu bir keçi olurdum. İçeri tıkılınca koyun gibi hissediyorum.


    İçimden isyan ederken yüzüme koca bir gülümseme yapıştırıyor ve farklı aksanlardaki yarım yamalak İngilizceleri dinlerken acı çekiyorum. Ne zaman bir dilin katledildiğini görsem üzülürüm. Babamın dili değil ama İngilizce için bile üzülebilecek merhamete sahibim. Küçük bir tatil köyüne getiriyorlar bizi. Okyanus alabildiğine kzıgın ve gri karşımızda sere serpe. Güzelliğini sergilemekten zerre çekinmiyor ama her güzel gibi zalim bir yanının olduğunu da sezdirmeden edemiyor. Bikini, mayo furyasının içinde kayboluyorum ve ben de Ekvatorlu arkadaşımla kıyı boyu midye avına çıkıyorum. Deniz kabukları topluyorum ve kızla İspanyolcamı ilerletmeye çalışıyorum. O da beni İngilizcesi için bir araç olarak gördüğünden sorun yapmıyor. Ayak üstü ona oda arkadaşım olmasını teklif ediyorum; sevinçle kabul ediyor Ximena.


     Aklım şehir merkezinde, kalbim çooook uzaklardayken ben hala deniz kabuğu bahanesiyle Atlasın doğu kıyılarında salınıyorum. Bir şişe arıyorum aslında, delilik peşindeyim. Bir damla gözyaşımı bir notla atsam denize, acaba ulaşır mı Wellington kıyılarına diye ince coğrafik hesaplar yapıyorum. Şili'ye uğrar mıydı acaba! Valparaso'yu görürdü belki şişem. Oradan da inceden inceye giderdi Kiwi diyarına doğru. Ahh! Gençlik işte, yakınıyorum bir de. Millet içkileri kucaklamış, deniz sonrası sefa yapıyor. Ağzıma damla sürmüyorum Erasmus partisi rezaletinden sonra. Tövbeliyim. Hem zaten havamda da değilim. İçmeden sarhoşum, ayılmam gerek.


   Otobüse tekrardan tıkıştırılıyoruz ve Braga'ya doğru yola çıkıyoruz. Viana do Castelo'dan geçerken hafifçe göz kırpıyorum şehre ve fısıldıyorum gizlice: 'Yine geleceğim seni görmeye!' Viana do Castelo hayal dünyasına dalıp içinde boğulmak ama bir yandan da yüzüp sörf yapmak isteyenler için ideal bir cennet. Biraz unutulmuş ve diğer Portekiz mekanlarıyla karşılaştırıldığında vasat olsa da (Faro, Porto) ben çok beğendim. Tarihi dokusu ve Portekiz kültürünü ziyaretçilerine yaşatması münasebetiyle biz sevdik bile birbirimizi Viana do Casteloyla!

    Yolunuz düşerse bu taraflara, sakın uğramadan geçmeyin Viana do Castelo'ya. Ben uğradım ve bir parçamı burada bıraktım. Darısı sizin başınıza!

                                                                                                                             Adeus!








3 Eylül 2011 Cumartesi

Hayalkırıklığı Durağında İnecek Var!

Porto

Bazen merak ederim. Dünyada hayal kırıklığından daha güçlü hangi duygu vardır diye. Mütemadiyen, bana bir sürü duygu söyleyeceksiniz ve ben de hepsini alt eden bir örnek bulacağım hayal kırıklığını üstün kılmak adına. Söyleyin hadi nedir ? Özlem mi? Evet çok güçlüdür inkar etmem ama yeri kolayca doldurulabilir mutluluk ya da hayal kırıklığıyla. Sevdiğiniz birine kavuştuğunuzda mutluluk yoğunlaşır, ama bu kişiyle artık görüşmeyeceğinizi tahayyül edin. Hayal kırıklığının kekremsi tadını alabiliyor musunuz?

Bu duygu ağzımda öyle acı bir tat bıraktı ki dünyada hangi suyu içsem dindirebilir bunu bilemiyorum. Bu diyorum, çünkü bazen tanımlamakta zorlandığımız duygular vardır. Haki bir boşluk içinizde mesela. Hayal kırıklığını durağından sonra aktarma yapacağınız duygu boşluktur. Uzun zaman durulabilir mi bilmem ama en son durağı çok iyi bilirim. Aynı yolun yolcusuyum senelerdir, ben ve duygularım bilir duraklarını. Bu kez hayal kırıklığı jet hızıyla gelince durakları da şaşırdım diyebilirim.


Cam kırıklarından daha çok acıtıyor tutmaya kalktığınızda bu duyguyu. Tasavvur ederken bile yüzümüz buruşuyor, çünkü telaffuzu hoş bir kelime değil kendisi. Ben hele hiç sevmem ama takdir-i ilahi midir nedir, hepte yolum bu duyguyla kesişir. Porto’ya doğru yola çıkmış bir Braga yolcusunun ne derdi olabilir ki hayal kırıklığıyla derseniz eğer size dünyada kıta ya da ülke değiştirdiğinizde değişmeyen tek canlının insan olduğunu hatırlatırım.


Duygu dediğiniz şeyi bavula koyup denize atamıyorsunuz. Velev ki kendinize verdiğiniz sözleriniz var. Falan filan yere gidince derdi kederi geride bırakacağım tarzı sözler de boş bir hayal balonundan ibaret. Öyle dalıyoruz ki heyecana, bu balon patladığında da ödümüz patlıyor aniden. Gümbür gümbür gelir hayal kırıklığı, pek dobradır. Hiç lafını sözünü esirgemez. Sağ olsun.


Sen de sağ ol sevgili J bana otobüste yazı yazacak kadar bir mazi bıraktığın ve yüz yüze bir hafta, mektuplarla bir yıl sürmüş arkadaşlığımızıbana sonlandırttığın için. Hayalkırıklığı sadece değil mi? Sadece o ekşi tat damağında ve sonraki durak umut ve yeni arayışlar. Halt etmişsin sen diyor ve yoluma devam ediyorum…


Seyir defterinde sadece mutlu şeyler görmeye alışmış olanlarınız için şimdiden belirteyim. her yolculuk aslında bir nevi içinize yaptığınız yolculukla aynıdır. Kendimizle yüzleşmelerimiz ve iç hesaplaşmalarımız yolculuk esnasında nükseder. Siz de fark ettiniz mi bunu hiç? Yollar sanki anılarınıza açılan kapılara dönüşür ve her dönemeçte bir sonraki anıya gidersiniz.


Ben de yemyeşil gittim geçen hafta Porto'ya doğru gri düşünceler arasından. Yeşil ve gri pek uymadı birbirine. İdare ediverin bu seferlik...

21 Ağustos 2011 Pazar

Portekiz'den Merhabalar!

Lizbon
 Evet sevgili blogçular, dün itibariyle Portekiz hava sahasına iniş yaptım ve önümüzdeki bir yıl boyunca bu diyarda yaşamayı planlayan hem hayat hem de okul öğrencisi olarak, elimden geldiğince size Portekiz'i ve bu kültürü tanıtmaya çalışacağım. Buraların yenisi olmak da kolay değil hani. Bir de baş ağrısı eklenince üstüne kayıp bagaj derdiyle, yazmak epey bir zorlaşıyor. Yazmamak da olmaz dedim, kendime bir Portekiz günlüğü bile yaptım. Kaldığımız yerlerde izler bırakmak istiyorsak, bunu yazıya dökmek gerek dedim. Konuşulmamış ya da yazılmamış şeylerin pek bir değeri yoktur benim gözümde. O yüzden hem kendim hem de Portekiz'i merak edenler için ufak bir 'ilk izlenimler' yazısı yazmaya karar verdim. Avrupanın en Batısından Türkiye'ye. Buyrunuz!

Atatürk Havalimanından saat 8 sularında ayrıldım ve Madrid'e doğru yola koyulduk. Uçak yolculuğu sandığım kadar kötü geçmedi. Asıl mesela Madrid Barajas Havalimanına inince başladı. Bir saat transit yolcu görevlilerini aradım. Birkaç hediyelik eşya aldım, Madrid hatırası diye. İki saat bekledikten sonra bu kez de uçağı bulmak zorunda kaldım ve emin olun Barajas Havalimanı gibi havalimanları çok büyük ve vaktiniz kontrol noktalarında geçiyor. Uçak Lizbon'a gideceği için biraz küçüktü. Yakın mesafeler için o kadar büyük ve komforlu uçak vermiyorlar haliyle. Biraz sallandım ama bu sallantı, indiğimde yaşayacağım bavul şokuyla karşılaştırılamazdı bile.

Leiria ve meşhur kalesi
     Yarım saat bagaj kovaladım ve sonunda sadece bir bavulumu bulabildim. Sırt çantam yoktu! Kafayı yemek üzereydim, yemin ederim. Korkunç bir şey bu yalnız seyahat eden ve indiği yerde karşılayanı olmayanı için. Oturdum öfkeden ağladım Lizbon Havalimanında. Yapacak bir şey yoktu çünkü kayıp bagaj bürosu tıklım tıklımdı. Benim de bir an evvel Leiria'ya gitmem gerektiği için çıkışı yaptım ve Rede Garına doğru yola koyuldum bir taksiyle. Bu arada Lizbon yukarıdan bakıldığında da, aşağıdayken de çok güzel bir şehir. Bir an evvel oraya gezmeye gitmeliyim. Biraz İstanbul havası var ama daha küçük sanki. Bilemedim şimdi tamamen görmem ve biraz dokunmam gerek bir şehre karar vermek için.

Rede Garında da yarım saat bekledikten sonra Leiria'ya giden otobüsüm geldi. Son durakta inmem gerekti arkadaşımla buluşmak için. Son durağa kadar biraz Portekiz havası solumak istediysem de nafile. Yolda gözlerim kapanıyordu uykusuzluktan. Anladığım tek şey Portekiz nüfüsunun gerçekten denildiği kadar az olduğuydu. Yollar bomboş, mahallelerde insan göremiyorsunuz. İlginç! İstanbulda 3 hafta geçirdikten sonra Portekiz'e gelenlerin yaşayabileceği türden normal bir şoktu sanırım bu. Terk edilmiş hayalet kasabalara benzeyen Leiria'ya vardık sonunda iki saatlik yolculuğun ardından.

Arkadaşım garda yoktu! Bu da yaşadığım ikinci şok. Hadiii otur bir yarım saat daha ağla hüngür hüngür. Çaresiz hissetmedim, bu biraz da isyandı sanırım. Hava boğucu sıcaktı ve nemden eriyeceğim sandım. Laptop çantası omzumu kesmişti ve görenler saldırıya uğradım sanıyordu. Madrid'de bir kadın tevekkeli sormuştu omzunuza ne oldu diye. Bunları hatırladım Leiria'da da ve topladım eşyalarımı. Yarı yürüyüp yarı sürüklenerek bir hostel buldum. Aklıma bir şeytanlık geldi. Adama burada bir gece için oda istiyorum dedim ve ardından ekledim: 'Şu numarayı arar mısınız lütfen! Bu kişinin nerede olduğumu bilmesi gerek de!'

   Adam arkadaşımı aradı ve durumu izah etti. Arkadaşım da on dakika içinde geliyorum demiş. Kız geldi ve ben de orada kalmadım. Resepsiyonist biraz sinirlendi ama yapacak bir şey yoktu. Ben de omuz silkip hostelden ayrıldım. Leiria turu yaptık biraz Joana'yla. Terk edilmiş şehir görüntüsünün ardından alıştığım ilk şey Zara ve Bershka mağazaları oldu. Kapitalizm sağ olsun! Bana kendimi evimde hissettirdi her ne kadar yapay da olsa bu :) Bir yerde oturup Pepsimizi yudumlarken bir de baktık her yer dolmuş. Şaşırdım kaldım! Dedim arkadaş, biz de gece sokaklar boşalır siz de tam tersi. İlginçti doğrusu bir Türk için şehir merkezinin gündüz boşken gece dolu olması.

Zamanla baş ağrım daha da kötüleşti ve biz de Joana'nın Carvide Köyü'ne doğru yola koyulduk. Carvide köy ama bizim köylere benzemiyor. Daha bir modern ve şehirleşme kokusu aldım taze gübre kokusunun yanı sıra. Joana'nın ailesi ise çok sempatik ve dost canlısı insanlardı. Gayet iyi ağırlandım ve çat pat Portekizcemle sohbet ettim annesiyle. Bizde misafire söylenen 'Dolap senin, hiç çekinme' muhabbeti burada da var. Akdeniz insanı başka oluyor doğrusu. Erkenden uyudum ve öğlen vakti uyandım. Bağ ağrım mucizevi bir şekilde geçmişti.

Şimdiyse sadece yarın Lizbon'a yapacağım mecburi ziyareti düşünmekle meşgulüm. Bir de Braga'ya. Yabancı polisine gidip oturma izni almam lazım. O da ayrı dert gerçekten. Param yollarda harcanıyor desem yeridir. Eğer şu bavulu bulamazsam daha beter olacak halim çünkü içinde ayakkabılarım ve Joana için aldığım hediyeler var. Umarım başına iş gelmemiştir. Tek dileğim bu şimdilik.

Hafif bulutlu ve kasvetli Portekiz öğleden sonrasından tüm dünyaya 'Bom Dia!'





4 Temmuz 2011 Pazartesi

Ortadoğu Dosyaları: Bu Kez Kadın!

Zihinlerde kalıplaşmış 8 harfli bir Ortadoğu vardır hep. Bu Ortadoğu savaş, intifada, müzakere, diplomasi ve petrol kelimelerinden oluşur. Aramızda Ortadoğu konulu tabu oynasak bu kelimeler yasaklı olur. Çünkü Ortadoğu bu kelimelerle bütünleşmiş ve yıllarca medya kanalıyla bize bu şekilde sunulmuştur. Bir kelime vardır ki ağızlarda nedense(!) ekşi bir tat bırakır, söylenemez kolay kolay o diyarlarda. Sanki telaffuz edildiğinde bir şey sıçrayacakmış ya da hapse atılacakmışsın gibi. O sihirli kelime ‘Kadın’dır.



Ortadoğu’nun kangrenli sisteminin çökmeye başlamasıyla, adı daha fazla duyulmaya başlayan ‘kadın’ kelimesi. Ortadoğu’da kadın olmak zordur; çünkü alabildiğince ataerkil bir toplumun içinde dünyaya gelmişsindir. Savaş hikayeleriyle büyümüş, her an savaş çıkacak korkusuyla günlerini geçirmişsindir. Bir kulağı radyoda, gözleri ise televizyonda olan bir toplumun üyesisindir. Baskı bir yandan kuşatır seni, korku öbür yandan. Varken etrafında çift mengene, sen ne cesaretle kadınım dersin göğsünü gere!


Kuveyt’in eski politikacılarından Salwa al Mutairi de bu şekilde düşünmüş olmalı ki, şu cümleleri sarf edebilme gücünü kendinde bulabilmiş birkaç hafta önce: ‘Erkekler kendilerini zinanın günahlarından ve eşlerini aldatmaktan korumak için seks kölelerine sahip olmalı’. Salwa Hanım, Kuveytli erkeklerin fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için seks kölelerine sahip olmaları gerektiğini söylerken kaç noktada kendisi ve savunduğu İslam ile ters düştüğünü fark etti mi bilinmez; ama duyulduğunda tüyleri diken diken eden, ne Müslümanlığa ne de insanlığa, aslında hiçbir yere sığmayacak olan bu kelimelerin beni ve daha birçok insanı rahatsız ettiği kesin. Ortadoğu’daki çürük sistemin birçok yerden çatırdadığı şu günlerde, gözler ilk kez kadınlara döndü. Herkes özgürlük ve adalet isteyip meydanları doldururken, kadınlar da asırlık suskunluk orucunu bırakıp kendi haklarının peşine düşmeye başladılar.

Herkesin içinde yanan ateş meydanları yakarken, kadınların susmasını beklemek akıllıca olmazdı zaten. Ne yazık ki politikacılar hala bu gerçeğin farkında değilmiş gibi histeri krizleri geçirmeye devam etmekte. Kadınların haklarının farkında olması ve bunu da çoktandır durumun farkında olan ama susan çevresine fark ettirmeye başlaması,  Ortadoğu’daki rejimlerin kanına fena dokundu. Yıkılan otoritelerinin enkazı altında debelenip duran eski vekillerin ve başkanların, kadınları susturmaya yönelik cılız ataklarının sebebi de bu hazımsızlık.

Merak ettiğim bir diğer konu ise Ortadoğu’nun çarpık yönetimlerden kurtulurken, ataerkilliğin dar boğazından da kurtulabilecek ve toplumsal cinsiyet eşiğini geçebilecek kapasitede olup olmadığı. İnsanlara özgürlüğü verebilirsiniz ya da onlara diledikleri hükümeti kurma iznini. Fakat bu insanlar bunu nasıl kullanacaklarını bilmiyorlarsa ve hala geçmişin yıkıntıları üstüne yeni bir hükümet kurmak istiyorlarsa, ikinci deprem kapıda demektir. Dünyadaki toplumlara dikkatlice bakıldığında, cinsiyet eşitsizliğinin olduğu hiçbir yerde demokrasiden ve refahtan söz edilemez. Kadının toplumun bütün kesimlerinde aktif rol almadığı her sistem, Ortadoğu’yu bir adım geri götürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Dolayısıyla, bu doğrultuda yapılan tüm çalışmalar ve emekler de heba olacaktır.

Dileğim Ortadoğu’da kadına bakışın değişmesi ve eşitlik değerleri çerçevesinde kurulan demokratik hükümetlerin hayata geçirilmesi.

Dileğim Ortadoğu için dün ütopya olanı bugün gerçek olması!

16 Haziran 2011 Perşembe

Yunanistan: Komşuda Neler Oluyor?

Haziran ayı hepimizin bildiği gibi Türkiye için oldukça kritik ve son sözlerin söyleneceği bir aydı. Genel seçimler sonrası AKP'nin üçüncü kez iktidara gelmesi ve CHP'nin beklenenin altında bir oy alarak parti içi sorunlar yaşaması Türkiye'nin gündemini belirledi. Bunun yanı sıra Bağımsızların atağı ve mecliste neler olacağı sorusu da Türkiye'nin şu sıralar en çok ilgilendiği konular arasında yer almakta. Durum Türkiye'de böyleyken, komşu Yunanistan'da neler olmakta? Ege komşumuz Yunanistan'ın borç batağının yarattığı sorunlar Türkiye dış politikası üzerinde de birtakım etkilere sahip mi? Biz Türkler de kaçınılmaz olarak bu arbedelerden nasibimizi alacak mıyız? Ne demişler; komşuda pişer, bize de düşer!

Batı komşumuz Yunanistan, Karamanlis zamanından kalma borçlar ve ardı arkası kesilmeyen ekonomik krizlerle zor günler geçirirken Yorgo Papandreau hükümetinin gelişiyle durum değişmedi. Borç alımına devam edildi ve fatura halka ödetilmeye çalışıldı. Kemer sıkma politikalarından yorulan halk, Facebook gibi sosyal medyalar aracılığıyla Atina kent merkezinde toplanarak gösterilere başladı. Halkın gittikçe fakirleşmesi ve ülke refahının düşmesi Yunanlıları harekete geçirdi, Atina sokakları savaş alanına döndü. Kendilerine 'Bıkkınlar' adını veren göstericiler zaman zaman polise saldırırken, ara sokaklara geri çekildi. Polis şiddet uygulamaktan kaçınmadı ve sert önlemler alındı. Sokaklar beş bin polis tarafından korundu. Buna rağmen çıkan çatışmalarda bazı gazeteciler ve polislerin yaralandığı görüldü.

Papandreau uzlaşma yoluna giderek muhalefeti beraberliğe çağırdıysa da olumlu yanıt alamadı. Kabinede köklü değişikler yapılacağını söyleyen Papandreau 'Şimdi çarpışma zamanı değil, birlik olma zamanıdır' diyerek Yunan halkına barış ve beraberlik çağrısında bulundu. Yunanistan erken seçim ve ekonomik kriz gibi şoklarla  sarsılırken işsizlik oranının % 15 arttığı ve çalışanların beş aydır maaşlarını alamadıkları belirtildi.

Ege suları karıştığından beri, ben de Yunanistan'da yaşayan arkadaşlarıma durumu daha sık sorar oldum. Üniversite hocalarının maaşlarının ödenmemesi üzerine bir dönem istifa etmeleri okulların kapanmasına neden oldu. Ardından tekrar açılan okullarda Yunanlı öğrenciler eğitimlerine devam etmekteler. Eğitimde yaşanan aksamalar Yunan hükümeti tarafından gözardı edildi. Aslında Yunanistan'da sorun sadece ekonomi değil; halk birlik ve beraberliğinin de sarsılmaya başlamış olması. Biliyoruz ki ülke birliğinde çatırdamalar başlarsa, işler o ülke için gittikçe zorlaşır. Umuyorum Yunanistan bu zorlu girdaptan doğru bir manevrayla kurtulur da Ege'de siren sesleri yerine tekrar Yunan ezgileri duyulur!

12 Mayıs 2011 Perşembe

UNUTULAN COĞRAFYA: LİBYA

Ülkeler vardır, savaşlara neden olurlar. Gittikleri yerlere silah ve bomba taşırlar korkunun yanında. Elleri kanlı dönerler, kimse umursamaz. Hayatlar çalarlar, hayatları bitirirler. Birinin umudu diğerinin korkusu olur yakıp geçtikleri yerlerde. Ülkeler vardır, savaşlar yaşarlar istemsiz. Seçilmiştirler zaten, bir bahaneye bakar savaş ateşinin ilk kıvılcımı. Kanla öderler zaferlerinin bedelini. Savaş onlara gelir, canlar feda ederler bağımsızlık için. Savaşlar vardır türlü türlü. Siyasi ve ekonomik olanı en alçaklardır. Paranın konuştuğu yerde susar insanlar. Lal olurlar sebepsiz yere hiç susmazken gerçekte. Libya ise suskunluğunu terk etmiş ve bedel ödemeye hazırlanmıştır. İç Savaşın çarpıcı etkileri sürerken, Libyalılar şu an ne durumda? Bedel sadece kanla mı ödendi?

    Libya İç Savaşı’nın yankıları hala sürerken geçtiğimiz günlerde yaşanan insanlık dramı gözlerin tekrara Kuzey Afrika’ya çevrilmesine neden oldu. Ölüm ve açlık tehlikesi altında yaşayan Libya halkı sığındığı Tunus sınırında çok zor günler geçirmekte. Kaddafi rejiminden kaçarken Tunus’a sığınan ve sınır bölgelerindeki Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin kurduğu mülteci kamplarında hayatlarını sürdürmeye çalışan Libyalılar için durum hiç de iç açıcı değil. Libyalılar burada yeni bir şey öğrendi: Savaş sadece füze ve bombalardan kurtulmakla bitmiyor. Sefalet içinde yaşamak Libyalıların yeni kaderi haline geldi. Yaklaşık 3000 kişinin barınmaya çalıştığı kamplarda insanlar yakıcı Afrika güneşi altında nefes almaya çalışıyor.

    Çadırlarının içinde tavuk besleyen aileler, hastalıkla boğuşan çocuklar ve 23 yaşındaki Muhlise gibi ailesini kaybettikten sonra ölüm orucuna girenlerin bulunduğu mülteci yerleşkeleri çeşitli olaylara şahit olmakta. Libya’da asıl hedefin siyahi insanlar olduğunu savunan siyahi mülteciler göç etmek zorunda kaldıklarını, yoksa onlarında Çadlı askerler sanılıp Libya halkı tarafından linç edileceklerini söylediler. Yakın zamanda bölgeye Etiyopya’dan da mülteci akını görüldü. Etiyopyalılar savaş kendilerine sıçramadan kendilerini garanti altına almak istiyorlar. Bu koşullar altında BAE kampının daha insani olduğu söyleniyor.

    Tunus sınırındaki mültecilerde vaziyet buyken, Akdeniz’e açılanlara ne oldu? Geçtiğimiz günlerde NATO’nun başını oldukça ağrıtan 72 mültecinin Akdeniz’e insani yardım olmadan salıverilmesi ve içlerinden en az 60 kişinin yolda ölmesi olayı birçok soruyu da beraberinde getiriyor: NATO ölümlere göz mü yumdu? Söylenenlere göre teknedeki mültecilerin yardım çağrılarına NATO yanıt vermedi. Mültecilerin 25 Mart’ta başlayıp, 10 Nisan’da Misrata kentinde kıyıya vurmaları üzerine hüsranla sona ermiş olan yolculuklarında yaşananlar BM’yi kızdırdı. UNHCR sözcüsü Laura Boldrini: ‘’Akdeniz vahşi batı haline getirilemez. Denizde mahsur kalan insanları kurtarmayanlar cezasız kalmamalı’’ diyerek BM tepkisi dile getirdi. NATO ise sadece soruşturma açılacağını söylemekle yetindi.

    15 gün boyunca teknede yaşanan ölümlerin sebepleri açlık ve susuzluk. Gemiden sağ kurtulanların verdiği ifadeye göre ölenlerin cesetleri 24 saat geçtikten sonra denize atıldı. İki hafta boyunca açık sularda sürüklenen ve ölüme terk edilmiş mültecilerden ikisi de karaya çıktıktan sonra hayatını kaybetti.

    Libya içeride ve dışarı da çeşitli sorunlarla uğraşırken ABD’nin sorumsuz tutumu gözden kaçmadı ve yabancı basında da tepkiyle karşılandı. Peki Libya’yı ne bekliyor? Hepimiz bunun yanıtını merak etmekteyiz, fakat ABD Bin Ladin örneğinde de olduğu gibi medyanın hedefini saptırarak dikkatleri başka yöne çekmek istiyor. Bu da hepimizin aklına şunu getiriyor: Libya Irak mı olacak? ABD’nin sanal gündem yaratma çabalarının sonuçsuz kaldığın görüyoruz, öyleyse çözüm ne? Çözüm ABD’nin bu işten çık(arıl)ması ve Libya halkına kaderlerini kendilerinin belirleyebileceği bir ülke sunulmasıdır.

   İnsan hakları söz konusu olduğunda kendine toz kondurmayan batının buna ne derece katkısı olur bilinmez. Umutlarla yaşıyoruz ve faşizmin sona erdiği ve demokrasi bayrağının dalgalanabileceği bir Libya şimdilik hayal gibi görülüyor. En azından hayal etmeye değer değil mi?

30 Nisan 2011 Cumartesi

Asil Yalnızlık: Fado

     Fado... Dört harften oluşan ve 19. yy'dan bu yana Portekiz'in halk müziği olarak da bilinen, İber Yarımadası'nın en yalnız ve içli ezgilerini barındırır bu dört harfli kelime. Fado sadece bir müzik değildir; zira o içinde Portekiz insanlarının özlemini, aşkını ve kaderciliğini taşır. Taşıması zor olan tüm yüklerinizi Fado'ya verir, sonra da onu dinlemenin kederiyle yanarsınız eğer Fado dinleyenlerdenseniz. Perdeleri yavaşça kapatır, loş ışıkta kim bilir neleri yad edersiniz dinlerken bu içten ritimleri Portekiz gitarı eşliğinde... Fado Portekiz'le özdeşleşir ve hiçbir ülke onun kadar iyi bilemez ''Saudade'' kelimesinin anlamını...

   ''Saudade'' nostalji anlamına gelir Portekizce. Fado'da sadece geçmişinizi anarsınız, ondan gelecek beklemeyin. Size mutluluğu garantilemez, o bunun için yaratılmamıştır. Eğer dibine vurmak istiyorum ben bu gece hayatın derseniz; Fado sizin en yakın arkadaşınız olur o gece ve sizi asla yalnız bırakmaz. Herkes giderken umarsızca, siz sadece Fado ezgileriyle duygularınızı dile getirir ve acı çekerken bile farkındalık duygusunu yaşarsınız. Fado size nasıl acı çekileceğini öğretir. Acının bile sanat haline getirilip insan ruhunu besleyebileceğini öğrenirsiniz ondan. Özlem duygusunu verir size, eğer yaranız varsa Fado dinlerken, vay halinize!

   Portekiz bana hep yalnızlığı anımsatan bir ülke olmuştur zaten. Coğrafyasına bakıldığında da Avrupa'nın en batısındaki, sanki İspanya'nın haritada her an yutuverecek gibi durduğu bu ülke çok yalnızdır benim nezdimde. Kırgın bir duruşu vardır onun, yüzünü batıya dönmüş; tüm dertlerine sırt çevirmiştir. Portekiz güneşi umudu arar, maceraperesttir ki tarihteki kaşiflerin çoğu bu ülkeye aittir. Her an Atlas Okyanusu'na atlayıp intihar edecek izlenimi uyandırır insanda. Fado bu topraklarda doğmuştur, belki de bu sebepten. Tam atlamak üzereyken umut kırıntısıyla beslenen, tünelin sonundaki minnacık ışığı bulan insanların öyküleri Fado'yu bugünlere taşımıştır.

    Yolunuz bir gün Portekiz'e düşerse eğer, sakın dinlemeden geçmeyin bu güzelim müziği. Porto şarabının içinde kaybolurken, son bardakta aradığınızı bulursunuz belki de. Fado size özlem duygusunu öğretir, yıpratır. En azından özlersiniz, gidenlerin ardından baktığınız zamanları. Zamanı durdurun ve ışıkları kapatın bir müddet eğer Fado sarmışsa dört bir yanınızı. Usulca kedere boğulur, vurgun yiyerek yüzeye çıkarsınız belki. Fado sizi tedavi etmez, hatta yaranızı daha da deşer. Ama o an hissettiğiniz kalp acısı depreşince ve sevdiklerinizin silik gölgeleri gözünüzün önüne gelince ''Buna değdi'' dersiniz.  Portekizli kadınların sevgilileri için denize yaktıkları ağıtlar ruhunuzun en ücra köşelerine girer, o kapıları tek tek açar...
 
    Fado size özlem duygusunun asilliğini anlatır taa Atlas Okyanusu'ndan bu tarafa seslenerek. Yeni başlayanlar için Mariza ve Amalia Rodrigues iyi gelecektir. Gün gelir asil bir yalnızlık duygusuyla düşmek istersiniz, o zaman  Fado'ya bir uğrayın...  Beni  uzun zamandır bağrına basan bu müzik, hakkını verecektir; eminim... Gün gelir de İber'in batısındaki bu yalnız ülkeye gelirseniz, Fado'yu da selamlayın. Benim uzun süre selamlayacağım gibi. O selamınızı karşılıksız bırakmayacaktır; kefilim...

                                                                                                                                          Adeus!
 

18 Nisan 2011 Pazartesi

Nepalin Kadınları

    Himalayalar doğuyu sevenlere macerayı, saflığı ve gizemi çağrıştırır. Dünyanın en yüksek ve büyük sıradağları olması onları güçlü ve erişilmez kılar. Çevresinde birçok ülke barındırır, birçok kültür ve yaşam gizlidir içinde. Everesti bile bünyesinde barındıran Himalayaların birçok sırrı vardır sakladığı. Batılıların bilmediği, bilseler bile gözlerini kapatıp görmezden geldiği. Himalayalar çocukluğu ellerinden alınmış kadınların hikayeleriyle doludur. Onların türküleriyle çınlar, ağlamalarıyla sarsılır. Gözyaşları görülmez; çünkü muson yağmurlarına karışır. Tıpkı her yıl ekinlerinin büyük bölümünün de gençlikleriyle birlikte heba olması gibi Musonlar acımasızdır. Himalayalar kadınları barındırır. Her yıl ailelerinden zorla ya da çeşitli vaatlerle kandırılarak alınan ve  Hindistan'a satılan kızların iç çekişleriyle doludur. Onlar Nepalin kızlarıdır.

   Her yıl yaklaşık 12.000 Nepalli kız, aileleri tarafından bilinçli ya da bilinçsiz olarak Hindistan'daki genelevlere seks kölesi olarak satılmaktadır. Dünya istatistiklerine göre ise, dünyada her yıl yaklaşık yarım milyon çocuk seks tacirlerinin mağduru oluyor. Sınırlarda yalnız başına gezen kızların eşkıyalar tarafından kaçırılıp Kalküta genelevlerine gönderilmesi, bu kızların kendilerine daha iyi hayat şartları sunan yabancıların vaatlerine kanıp onların peşlerine düşerek zulüm dolu hayatın pençesine düşmeleri Hindistan polisinin büyük çoğunluğu tarafından gözardı edilmekte ve genelevleri patronlarının polislere rüşvet vererek işi legalleştirmeleri Himalayaların en büyük ayıplarındandır.

    Patricia Mc Cormick'in Nepal ve Hindistan'da yaptığı araştırmalar sonucu elde edilen bu bulgular, yazarın kendisi tarafından ölümsüzleştirilmiş ve Satılık (orjinali Sold) adlı kitabı ABD'de Ulusal Kitap Ödülü'ne layık görülmüştür. Yazarın genelevlerde çalışan kadınlarla yaptığı röportajlar ve kişisel deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı kitapta Lakshmi adlı bir kızın hayatı anlatılır. Lakshmi Nepal'in bir dağ köyünde yaşayan fakir bir ailenin kızıdır. 13 yaşındaki Lakshmi muson mağduru ailesini geçindirebilmek ve açlıktan ölmek üzere olan kardeşini ve annesini kurtarmak için çalışmaya karar verir. Genelde köylü kızlar şehirde hizmetçilik yaparak para kazanmaktadır. Üvey babasının ise onun için planları vardır. Lakshmi'yi Hindistan'a satmak.

   Lakshmi umudun ve hayallerinin günden güne kaybolmakta olduğu bir mutluluk evinde kadın tüccarlarının elindedir ve onu ayakta tutan artık günden güne silikleşmeye başlayan geçmişidir. Lakshmi'yi ve diğer kızların dramlarını okurken içinizin burkulacağı ve Hindistan'ın o baharat kokulu gecelerinin sizin için bir kabusa döneceği bir yapıttır Satılık. Bazen keşke okumasaydım diyorum; çünkü dertlerime Nepalin kızları da dahil oldu. Himalayalardan yankılanan sesler Türkiye'ye ulaşır mı bilmem, ama ben de büyük bir etki bıraktığı kesindir. Lakshmi ve diğerleri... Onlar nefes almak kadar gerçek. Binlerce çocuktan bahsediyoruz. Çocukluktan kadınlığa korkunç bir geçiş yapan çaresizlik içindeki çocuklardan.

    Birtakım yardım örgütleri kızları genelevden kurtarıp sağlık ve barınma yardımı yapmakta. ABD Dışişleri Bakanlığı'nı yürütmekte olduğu proje kapsamında kız çocukları ve rıza dışı tutulan kadınlar kurtarılmaya çalışıyor. Nepalli kadınların 2007 yılında yaptıkları eylemlerde bu yardım örgütleri tarafından desteklendi. Bugün Nepal'de sayıları az da olsa kadın örgütleri bulunmakta. Ne kadar etkindir, bilinmez. Hiç yoktan iyidir dedirtiyor insana. İlgilenenler bu linklerden faydalanarak örgütlerin işleyişlerine dair bilgi edinebilirler: (gurungs.org), (jagriti-international.org/organizations.asp?Country=Nepal)

   Nepal, ki kendisi Tapınaklar Diyarı olarak bilinir, dindar bir ülkedir; faka yolsuzluğun ve yozlaşmışlığın din sınırlarını aşarak insanların içine girmesi olağan bir şeydir. Bunu en iyi bilen ülkelerden biri de bizizdir. Himalayaların ortasında kaybolmuş, gidecek yeri olmayan küçük bir Nepal. Haritada bilmeyen birinin bulmakta bile güçlük çekeceği ve bulsa da umursamayacağı bir ülkedir Nepal. Çile çeken kadınların öyküleriyle dolu nehirleri, evleri ve dağları vardır. Nepal toplumuna baktığımızda ataerkilliğin hakm olduğu ve geleneksel bir ülke görürüz. Kadının erkeğe baktığı ve ne olursa olsun ona karşı çıkamayacağı; yoksa aşağılanıp taşlanacağı bir ülkeden. Erkeğin kendisini utandırdığını iddia ettiği bir kadını kel yapıp, soyarak sokakta dövdüğü ve onun onurunu hiçe saydığı bir Himalaya ülkesinden...

    Himalayanın kokuları arasında dünyadan bihaber çürümekte olan kadınların sessiz hikayesidir bu. Kahverengi tenli insanların en az kendisi kadar yanık türküleriyle dolu bir coğrafyadır. Himalayaları incelerken ve Satılık'ı okurken ''Asian Lounge'' albümünü eksik etmedim yanımdan; zira kendisi Himalaya ezgileri taşır, yüreklere o yörenin hüznünü ve mutluluğunu da aynı zamanda. Siz siz olun, bakıp da geçmeyin bu coğrafyaya. Dokunmaya çalışın, kendinizden bir şeyler bulabileceğiniz nadir yerlerden biridir. Şiddetle tavsiye ederim.

   Bana gelince. Ben, Doğunun kızı, çoktan bu büyüye kaptırdım kendimi gidiyorum sıradağlar beni nereye götürürse,

                                                                                                                                    Namaste!

http://yazarbunlar.blogspot.com/2011/04/nepalin-kadnlar.html

3 Nisan 2011 Pazar

Nedir Bu Erasmus?

ERASMUS, resmi adıyla Erasmus Student Exchange Programme, adını Rönesans Hümanizminin önemli temsilcilerinden biri olan Hollandalı bilim adamı Erasmus'tan almış, Avrupa'daki yüksek öğretim kurumlarının birbirleriyle çok yönlü işbirliği yaparak ortak projeler ürettiği ve karşılıklı öğrenci değişiminde bulunduğu bir kültür programıdır. Literatürdeki tanımı bu olan Erasmus Türk öğrenciler tarafından genelde yanlış anlaşılmakta, bu yüzden de öğrenciler hayal kırıklığına uğramaktadır. Erasmus nedir, ne değildir? Şimdi bunları konuşma zamanı.

Erasmus Programı ne değildir?
*Yabancı dil öğrenme programı değildir: Erasmus size yabancı dil öğreneceğinizi garanti etmez. Bu tamamen sizin elinizdedir.

*Burs programı değildir: Size gideceğiniz ülkede yaşamaya yetecek kadar verilen hibe dışında extra bir burs alamazsınız.

*Diploma programı değildir: Erasmus süreci bittiğinde herhangi bir diploma sahibi olamazsınız. Erasmus sonunda sadece sertifika alabileceğiniz bir tecrübedir.

*Bir araştırma programı değildir: Size bunun için ayrı bir ödenek verilmez ya da imkan sunulmaz.

Bunlara ek olarak Erasmus;

*Size Avrupa'nın kapılarını açan bir macera anahtarı olarak gözükse de, gereken krediyi doldurmadığınız sürece size haram olacak,

*Derslerden kalırsanız verilen hibenin %20'lik bir oranının kesileceği,

*Başvuru sürecinde ve yerleştirildiğiniz ülkeye gittiğinizde sağlam sinirlere sahip olmanız gereken,

*Önyargılarla karşılacağınız ve açık fikirli olmazsanız birtakım sosyal yaptırımlara maruz kalabileceğiniz,

*Hibelerin varıldıktan yaklaşık 2 ay sonra ödeneceği ve bu süre zarfında kendi maddi imkanlarınızla yaşamınızı sürdüreceğiniz,

*Erasmus partilerine kanıp okulu asabileceğiniz,

*Sağlık sigortası, para transferi gibi hassas konularda kimi zaman sıkıntılar yaşayabileceğiniz,

*Her şeye rağmen kesinlikle denenmesi gereken oldukça keyifli bir programdır!

Peki Erasmus için şartlar nelerdir?
*Başvuru tarihleri üniversiteye göre değişmekle birlikte genelde şubat ayıyla mart ayı arasındadır.

*Okulunuzda en az 2 yarıyıl tamamlamanız (Hazırlık hariç),

*Transkriptinizdeki not ortalamasının en az 2.50 olması,

*Yabancı dil sınavından başarıyla (ölçütü okul belirler) geçmeniz gerekir.

Kişisel Tavsiyelerim:
Bu aşamalardan geçtikten sonra iş  Erasmus koordinatörünüzün insafına kalıyor. Bu aşamaya geldiyseniz gerçekten de fazla beklentiye girmemeniz ve rahat olmanız gerekiyor. Karşı üniversiteden cevap gelmeyebiliyor ya da direkt ret cevabı alabiliyorsunuz. Umudunuzu yitirmeyin, çünkü illa ki boş kontenjanlardan birine yerleştiriliyorsunuz. Önemli olan bütçenize ve beklentilerinize uygun bir ülke seçmek ve tercihlerinizi bu doğrultuda yapmaktır. Bir de dil mevzusunu unutmamak gerekir. Gideceğiniz yerde öğrenim dili İngilizce olmayabilir. GenellikleErasmus öğrencilerine kolaylık sağlanmakta, fakat dikkatli olmakta fayda var. İstatistik dersini Romence görmek istediğinize emin misiniz?

Bana gelince:
Üniversitede ilk yılım. Öncelikli amacım dil öğrenmek olduğu içinErasmus programına başvurdum ve kabul edildim. Önümüzdeki dönem Portekiz'e gitmeyi düşünüyorum ve tercihimi bu yönde yaptım. Güz döneminde Atlas Okyanusu kıyılarından selamlarımı ileteceğim herkese! Bu ilk ve son Erasmus yazım değil. Devamı gelecek. Bu arada! Erasmus ile ilgili merak ettiğiniz herhangi bir şey olursa diye;


Bana Portekiz ya da diğer Avrupa ülkelerindeki üniversiteler hakkında merak ettiklerinizi sormak içinse:

balisoglu@anadolu.edu.tr