2 Ağustos 2012 Perşembe

İrlanda: Yeşil Hayallerin Ülkesinde

Çoğu okurum neden bu kadar zamandır yazmadığım ya da en azından bloğuma bir not dahi iliştirme zahmetine katlanmadığımı merak eder umuduyla ufacık bir bilgi veriyorum: Hayat bazen zorluyor ve yazamıyorsunuz. Hayallerimden bahsediyorum ya hani; işte yazmadığım zamanlarda aslında ben o hayalleri gerçekleştirme uğruna gerçekçi adımlar atıyor ve işin hayalden sonraki icraat kısmıyla ilgileniyorum. Kasım ayından beri Portekiz'de iken uğraşmaya başladığım İrlanda serüvenime nihayetinde başlamış bulunmaktayım. Bir buçuk ayı devirdim bu arada...

Dublin
Başıma gelen birkaç talihsiz olayın ardından (kapkaça uğramak ve her şeyimi kaybetmek gibi), 15 Haziran günü öğleden sonra aldığım İrlanda vizemi cebime koyarak Lizbon ve dolayısıyla Portekiz'de son akşamımı yaşıyorum. Alex'e güle güle demek bile koyuyor ve ayaklarım geri geri gidiyor hostele girerken. 16 Haziran sabahı usulca aşağı inip kahvaltımı yapıyorum Koreli kızlarla. Sohbet ilerledikçe biz gezginlerin ne çok ortak noktaları olduğunu görüyorum. Boş kalan tabaklar, hafifçe kaymış sandalyeler ve uzaklaşan bavul sesleri. Her gün tonlarca bavul seyahat eder dünyanın dört bir yanında ve hepsi aslında bir şekilde tanışır sahipleri kendi hayat baloncuklarında yaşasa da. Bavulumu kaldırıp ben de tekerlek seslerine eşlik ediyorum merdivenlerden yuvarlanarak. Beni Dublin denen belirsiz şehre götürecek olan taksim geliyor. Taksiciyle Portekizce konuşuyorum son kez konuşurcasına bu dili. Sanki bir daha duymayacakmışım gibi o neşeli dilin sesini. Bir solukta konuşuyorum ve havalimanına varıyoruz. Terminalimde bekliyorum sessizce. Uçağım geliyor ve ben binerek bulutların arasında kuzeye ilerliyorum körlemesine. Ne kalacak yerim belli ne de beni bekleyen hava...

Uçakta sislerin içinde ilerleyip hayallerimden birine birkaç mil kala sarsılıyorum kendi düşlerimden sıyrılarak. Nereye gidiyorum ben? Her şey neyin uğrunaydı? Beni ne bekliyor? Hiç bilmeden ilerlediğim bu uzun ve zorlu süreç beni Dublin'e inmeden korkutmaya başlıyor; ama bozuntuya vermiyorum yanımdaki Cork'lu çift benle konuştuğunda. Sadece gergin turist gülümsemesiyle cevap veriyorum sordukları her soruya. İniyorum serin ve yağmurlu Dublin'e ve iki gün süren ev çalışmalarımın ardından boşuna para kaybedip kendime lanet ediyorum. İrlanda'nın gökyüzü öylesine değişik ve büyüleyici ki, kendini bana bir şekilde affettirmeyi başarıyor. İş yerimden önemli bir proje alıyorum ve üstünde çalışmaya başlıyorum can havliyle. Evde sıkıntılar yaşıyorum; fakat çaktırmamaya çalışıyorum. İnsanlarla buluşuyorum ve İrlandalıları tanımaya çalışıyorum. Kendime bir adım  yaklaştım sanırken aslında her adımda daha da uzaklaşıyorum. Türkiye'den gelen televizyon kanalıyla İrlanda yolculuğuna çıkıyorum ve yeşil ülkenin nimetlerinden faydalanıyorum. Benim gibi yeşil ve mavinin tonlarına aşık ve hastalık derecesinde tutkun biriyseniz hayat zordur. Artık siz bu iki rengin elindesinizdir ve sizi hiçbir renk kesmez.

Galway
Ben doğduğum yer itibariyle yeşil-mavi tutkunu olarak, Portekiz'den sonra İrlanda'ya da vuruluyorum. Platonik aşk benimkisi; çünkü İrlanda bana çeşitli zorluklar çıkartıp beni üzüyor. Sen yapma bari, diyorum. Yeni Zelanda'daki ayrı bir dert iken, sen de eklenme dertlerime İrlanda! Yeşiliyle sarıp sarmalıyor önce; mavisiyle okşuyor ve yağmuruyla beni üzüyor. Gri havasının altında gizlenen maviyi gören ben ise ona daha bir deli oluyorum. Arada gökkuşağını görüyorum; tıpkı hayatım gibi. O kadar çok yağmura karşı durup badireler atlattım ki, nerede bir gökkuşağı görsem tanırım ve selamlarım. İrlanda'nınki de oyunbozanlık yapmıyor ve her gülüşüme karşılık veriyor sonunda. Dublin şehir merkezinin hengamesinden tiksinmiyor değilim. Temple Bar denen illete ben de elbette bulaşıyor ve eğleniyorum. Bulmers ile Guinness ünlerinin hakkını veriyor ve beni iki günde müptela ediyor. Biraz taşmaya başlayan bir göbeğin de hakkını vermek lazım! Kederli, dağınık, herkese kucak açan ve dertli Dublin. Kuzeyiyle güneyi arasındaki fark almış başını gidiyor; fakat şehir haşmetinden bir şey kaybetmiş değil. Kendisi her yıl yüzbinlerce turisti ayağına getiriyor zira.

Yağmurun altında yıkanan sokaklarda dolanıp her gün evime dönüyorum bazen mutlu, bazen de parçalı bulutlu. Düşünüyorum; arıyorum. Sorular soruyorum. Sokaklarda kayboluyor, kendimi ufka bakarken buluyorum. Daha ne kadar ileriyi düşleyebilirim ki? Daha ne kadar ileri gitmem gerek düşler dünyamı tatmin etmek adına. Sonra kalbimin çarptığı kıtayı zaten bilen beynimde isyan ediyor ve Okyanusya diye bağırıyor. Hayaller kuruyorum; gerçekleştirebilmek ümidiyle. Parklarda oturuyor, kitap okuyor ve kahvemi yudumluyorum. Geziyorum, uzun yürüyüşlere çıkıp Dublin'in banliyölerini ve güzelliklerini keşfediyorum. Galway'e gidip, orasının Atlas'a kıyısının olmasından ötürü daha bir güzel olduğunu düşünüp hayıflanıyorum. İrlanda Denizi'nin griliğinin verdiği hisle, Atlas'ın mavi güzelliğinin coşkusu arasında bocalarken, ben de kalbim ve beynim arasındaki gelgit sırasında harap oluyorum. Dağılmak iyidir diyorum ve parçalarımı İrlanda'nin dört bir yanına dağıtıyorum. Bir gün olur da bulursa biri diye, üstüne notlar bırakıyorum kırıntı bırakırcasına ormanda...

İrlanda arafta bırakıyor beni. Hem üzüyor hem de seviyor. Kahkahalara boğulurken gözyaşları ile de yıkanıyorum baştan aşağı. İrlanda çok dengesiz; aynı ben gibi. Ben de dengesizim ve dengeli olmak için hiçbir çaba harcamadım. Bir yanım okyanusken diğer yanım sessiz bir çiçek tarhı. Dalgalarım da var, dikenlerim de. Büyümem gerek; üzgünüm. Ben buyum ve böyle de kalacağım. Gençken hayal etmem gerek ki orta yaşlara geldiğimde üstünde düşünmeye değecek bir hayatım olsun. Yollar beni çağırırken, sanırım karşı koymam anlamsız. Aidiyet hissim olmadı; olmasını da istemiyorum. Yapraklar savrulduğu sürece ağaçlar yaşarlar. Ben de kök salan bir ağaç olmaktansa, köksüz bir yaprak olmayı tercih ediyorum. Hayat denen fırtına da toz tanesi olmaktansa, o tozun içinde gözlerim yarı açık ilerliyorum. İrlanda'da bu duraklardan biri şimdilik ve bir buçuk ay daha benim gibi savruk bir gezgine ev sahipliği yapacak. Ben demiyorum da, o bana en içten İrlanda gülüşüyle 'Fáilte go hÉirinn!' dedi bile.

İrlanda'dan yeşil-gri bir kızdan notlar.

NOT: Arka planda gördüğünüz ve benim iki yıldır bilmeden arka planım yaptığım aşık olunası yer İrlanda'nı meşhur Cliffs of Moher'i imiş. Daha bir mutlu oldum.

22 Nisan 2012 Pazar

Barselona'dan Farkındalıklar...

Geçtiğimiz Paskalya'da dünyanın parasını bayılacağımı bilmeden oldukça spontan bir şekilde atıldığım gezinin nimetlerinden birisi de Barselona'nın o kendine has müzeleri ve modern galerileriydi. Anlatılmaz yaşanır tarzındaki galerilerden sizlere de kesitler sunmak istedim; zira oldukça etkileyici ve canlıydılar. Barselona'da geçirdiğim kısacık zaman diliminde en az beş müze & galeri gezebilmek için yaptığım fedakarlıkları bir kenara bırakırsak eğer, orada geçirdiğim üç gün bir aya bedeldi.

Özellikle Modern Sanatlar Müzesi'nde gösterim de olan iki önemli sergi (Photojournalism ve Global Screen) bende derin izler bıraktı.

Basın fotoğrafçılığı olarak da dilimize tercüme edilen Photojournalism sergisinin birinci bölümünde bir Afrikalı kadının fotoğraflanmış bir günü anlatılırken, ikinci bölümdeyse Japonya'daki felaketin bu zamana kadar gösterilmemiş fotoğrafları yer alıyordu. Son olarak da Arap Baharı temalı bağımsızlık savaşı fotoğrafları göz dolduruyordu. ''Basın fotoğrafçılığı gereklidir ve olmalıdır!'' temasının güçlü bir şekilde ele alındığı bu serginin her gazetecilik öğrencisinin görmesi gerektiğine inanıyorum ve bu sergiyi görebildiğim için de oldukça şanslı hissediyorum.

Fotoğraflarla CCCB Photojournalism:
































Ve dahası... Barselona'da olmak sadece gece hayatını yaşamak ya da Barça maçlarına gitmek değildir. Barselona bilinçli olmak ve dünyaya gözlerini açmak anlamına da gelir. Bu duyguları bana yaşattığı için CCCB'ye minnettarım: http://www.cccb.org/en/exposicio?idg=40041

Herkese kucak dolusu sevgiler İber'den...

19 Şubat 2012 Pazar

Kıyılarından Ayrılan Kadınlar

Yıl 2000. Yazmaya karar verdiğim anda elime kalemi aldım ve ortaya ilk şu cümle çıktı: ‘Bulunduğun kıyıdan ayrılmazsan karşıdaki kıyıları göremezsin.’ Çocukluğumdan beri içimde büyük bir macera tutkusu süregelmiştir; ama bunu kalemle ifade etmeyi ise 9 yaşında tutmaya başladığım ilk günlüğümle öğrenmişimdir. Geçenlerde de bir söz gördüm duvarın birinde: ‘Hayat kendi konforlu çemberinden çıktığında başlar.’ Ben de kendi konforlu çemberimi 2009 yılında üniversiteye başladığımda bırakmış, şimdilerde de yurtdışında yaşamaya başlamış olduğum için bu iki söz üzerine düşündüm. 9 yaşındayken karşıdaki kıyıları görmem gerektiğine inanırdım. 20 yaşındayım ve sadece kıyıları değil; tüm dünyayı görmem gerektiğine inanıyorum. Böyle düşünen sadece ben değildim elbette. Dünyadaki pek çok kadın yazar, politikacı, aktivist ya da sanatçı ‘kendi konfor çemberini’ terk ederek hayata başka kıyılarda başladı. Bu da onların öyküsüdür. Birkaç kadının diğerlerine ilham olan öyküsü.


Ayn Rand
Bir otobüste olduğumuzu farz edelim. Kıyılarından ayrılanlar da duraklar olsun. Biz de teker teker onlardan bazılarını ziyaret edelim. Ben ilk durağım olarak Ayn Rand’ı seçtim. Otobüs yavaşça Ayn Rand durağına doğru ilerlerken, ben de sizlere onun hakkında birkaç bilgi vereyim. Ayn Rand 2 Şubat 1905’te Rusya’da doğmuş ve eğitimini orada tamamlamış bir yazar.  Kendisi Yahudi asıllı bir aileden gelmişti ve o dönem Rusya’da Yahudi kadınlara da üniversiteye gitme hakkı tanındı. Ayn Rand, Rusya’da  üniversiteye giden ilk kadınlardan biri oldu. 1926’da ise tüm ailesini ve hayatını geride bırakarak Amerika’ya göç etti. Orada bir dönem Holywood’ta yazarlık yaptı ve daha sonra kendi kitapları ve felsefesiyle tanınmaya başladı. Rand, ‘Atlas Silkindi’ ve ‘Yaşamak İstiyoruz’ adlı eserleriyle ünlüdür. Kendisi hayatı boyunca birçok idealin öncüsü olmuşsa da, biz onu en çok edebiyat ve felsefe alanına yaptığı katkı ‘objektivizm’ ile tanırız. Rand, 1982 yılında öldü ve ABD’de kaldığı süre içerisinde bir daha asla Rusya’ya dönmedi. Otobüsümüz Ayn Rand durağında durdu. Kendisi bize o alaycı ve kendinden emin yüz ifadesiyle gülümsüyor ve soruyor: ‘’Nereden ve niçin geliyorsunuz?’’ Biraz kekeledikten sonra cevaplıyorum: ‘’Biz bulunduğu kıyıdan ayrılanlarız. Bize örnek olan insanları ziyaret ediyoruz’’ Bir kahkaha atıyor ve o meşhur sözlerinden birini söylüyor: ‘’ Yaratıcı bir insan, başarma aşkı ile motive olur; başkalarını yenme arzusuyla değil’’ diyor ve gözden kayboluyor. Ben ve otobüs sakinleri de bu söz üzerine düşünerek yolumuza devam ediyoruz.



Meri Te Tai
Otobüsümüz uzak diyarlara doğru yola çıkıyor. Bu kez Meri Te Tai Mangakahia’yı ziyaret edeceğiz. Kendisi Yeni Zellanda Maori (Yeni Zellanda yerlisi) kabilelerinden bir kadın üye. 1868 yılında doğmuş olan Meri Te, köklü bir Maori kabilesinin üyesiydi. O dönem Yeni Zellanda’da Maori kadınlarının seçme ve seçilme hakkı yoktu. Meri Te Tai ise, dört çocuk sahibi olduktan sonra parlementoya girdi. ve Maori parlementosunda kadın hareketleri üzerine çalışmalar yaptı.  Sadece kadınların seçme ve seçilme hakkı na sahip olmasını talep etmekle kalmadı; üstelik parlementoda kadınlar için daha fazla koltuk talep etti. Yıllar süren siyasi kavgalardan sonra bu dileğini gerçekleştirdi ve bunu şu deyimiyle ifade etti: ‘’ Amaca ulaşıldı.’’ Erkek egemen bir toplumda kadının, üstelik bir kabile üyesinin böylesine bir zafere erişmesi sadece Maori ve Yeni Zellanda tarihi için değil; dünyadaki tüm kadınlar için de önemli bir tarihtir. Kendisi eşi öldükten sonra inzivaya çekildi ve 1920 yılında hastalıktan öldü.  Ben size onu anlatırken durağa geldik bile. Kendisi geleneksel Maori kıyafetinin içinde duruyor ve bizlere bakarak gülümsüyor. Biz de ona gülümsüyoruz. Dilimizi biliyor mu acaba diye soranlar var otobüste. Elbette biliyorum diye gürlüyor Meri Te! ‘’Ben Yeni Zellanda’da doğup büyüdüm!’’ Biz de ona kısaca amacımızı anlatıyoruz ve bize bakarak: ‘’Amaca ulaşın ama çok çalışın’’ diyor ve o da Ayn gibi sislerin içinde kayboluyor. ‘’Ben de tuhaf bir izlenim bıraktı’’ diyorum diğerlerine. ‘’Belki de eski zamanlardan bir kabile kadını olmasının etkisi büyüktür ‘’diyor yolculardan birkaçı. Belki de, diyorum ve başka duraklara doğru yola çıkıyoruz.



Parvin Ardalan
Bu sefer uzaklara değil; komşu bir ülkeye doğru yola çıkıyoruz. İranlı, kadın hakları üstüne çalışmalar yapan ödüllü gazeteci ve yazar Parvin Ardalan’ın ülkesine; İran’a gidiyoruz. Parvin Ardalan 1967 yılında İran’da doğmuş bir gazeteci. Kendisi İran’da kadın hakları ve sansür adına yaptığı çalışmaları ile uluslararası arenada tanınmakta. İran gibi İslam rejiminin dikte ettiği ve kadın haklarından değil; insan haklarından bile doğru dürüst bahsedilemeyen bir dönemde kendisinin bu tarz kampanyalar yaparak insan hakları bilinci uyandırması ve kadın haklarından dem vurması tüm dünya tarafından alkışlandı. Kendisi 2006 yılında başlattığı ‘Kadın-Erkek eşitliği için 1 milyon imza’ adı altında yaptığı kampanyayla tanındı ve Olof Palme ve yaşasaydı onunla gurur duyacak olan Simone de Beauvoir ödülüne layık görüldü. Kendisi Tahran’dan sürüldüğü için, 2009 yılından beri İsveç’te yaşamakta. Biz de karlarla kaplı İsveç durağına yaklaşıyoruz kendisinden bahsederken. Kısaca amacımızdan bahsediyoruz ve bize dönerek o Doğu’ya has gülümsemesiyle şöyle diyor: ‘’Bazen yorulabilirsiniz ve vaz geçmek de isteyebilirsiniz. Önemli olan hayal etmek ve düşlerinizin gerçekleştiğini izlemektir’’ diyor. Benim de gözlerim hafiften yanmaya başlıyor vatanından sürgün edilmiş Parvin için ama ağlamıyorum. Ağlamak yerine bazen cesur olmak ve göğüsleyebilmek gerek diyorum. Biraz hüzünlü; ama kesinlikle güçlü bir şekilde Parvin’i bırakıyoruz arkamızda.



Ece Temelkuran
Bu kez uzaklara gitmiyoruz. Kendi içimizden ve yurdumuzdan bir kadın var bu kez karşımızda: Ece Temelkuran. Biz onu gazetecilikteki üslubu, açıksözlülüğü, kitapları ve Ermeni sorunu üzerinde yaptığı hassas çalışmaları ile tanırız. Bir de bize ‘Muz Sesleri’ adında bir kitap armağan etmiştir. Ece’ye doğru yola çıkarken, ondan da bahsetmek gerek biraz. Kendisi 1973 yılında İzmir’de doğdu ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1993 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya başladı ve kendisi Brezilya, Hindistan ve Venezuela gibi ülkelere giderek çeşitli gazeteler için köşe yazıları ve sonunda kitaplar yazmaya başladı. Ulusal ve uluslararası arenada birçok ödüle layık görülen araştırma ve yazıları ile genç gazetecilere ilham kaynağı oldu. ‘Ağrı’nın Derinliği’ kitabıyla insanlara ‘hımmm’ dedirten Temelkuran başarılı bir çalışmaya da imza attı. Kendisinden ateşli bir şekilde bahsederken Türkiye durağına da gelmiş bulunuyoruz. Ece Temelkuran’da durağa dayanmış bize gülümsüyor. Biz de yine amacımızdan bahsediyoruz. Bize dönüyor ve o imalı sözlerinden birini söylüyor: ‘’ Işıkta yıkamalısın gözlerini, ışık kaçan her göz, kendinde dinlenmeyi ve kendi suyuyla yıkanmayı öğrenir çünkü. Tıpkı boyunlarını kendi gövdelerinde uyutmayı öğrenmek zorunda olan kuğular gibi...’’



Nev-i Şahsına Münhasır
Biz de bu söz üzerine otobüse atlıyor ve mola vereceğimiz yere gidiyoruz. Çay kahve eşliğinde yapılan tartışmalar ve sohbetler doğrultusunda laf lafı açıyor ve sonunda bana şu soruluyor: ‘’Peki, bu konuyu nasıl bir sonuca bağlardın?’’ Duraksıyorum. 4 güçlü ve ünlü kadının ardından bu sorunun bana yöneltilmesi ezilip büzülmeme neden oluyor; ama topluyorum kendimi ve son olmayacak ama ilk olan sözlerim olarak şunları sarf ediyorum:  ‘’Burada 4 kadın-4 ülke sunarak bir şeylerin altını çizmeye çalıştım. Kadın olmanın her zaman zorluklarla mücadele etmek olmadığını; inanıldığı ve bir kıyıya ulaşmak için hayallerimiz olduğunda istersek gökyüzüne dokunabileceğimizi de vurgulamak istedim. Bu kadınlar illa yazar, politikacı ya da gazeteci olmak zorunda değil. Bu kadınlar ekonomist, ev hanımı, doktor, öğretmen, mühendis veya sanatçı da olabilir. Yeter ki inandığımız bir hedefimiz ve ulaşmak istediğimiz kıyılarımız olsun. Kıyılar insana cinsiyet sormaz pasaportunuzu gösterdiğinizde. Sadece inanmanız ve bir şeyleri başaracağınıza dair azminiz olduğu sürece herkes bir kıyıya tutunur. 20 yaşında ilk kıyısına ulaşmış; ama birçok ulaşacak kıyı olduğunu fark etmiş biri olarak hepinizin kendi kıyısını bulmasını diliyorum. Unutmayalım! Bulunduğumuz kıyıdan ayrılmazsak, karşıdaki kıyıları göremeyiz.’’

Bu yazı daha evvel Martı Dergisi Şubat sayısında yayınlanmıştır.


22 Ocak 2012 Pazar

Okyanusya'nın Gerçek Sahipleri: Aborjinler ve Maoriler

Aborjinler ya da Maoriler denildiğinde, Avustralya ve Yeni Zelanda'da bulunan yerli halk gelir aklımıza. Sözlükte karşılıkları olsa, şu kelimeler yer alırdı muhtemelen Aborjin ve Maori'nin karşısında: İlkel, yerli, suça eğilimli, köksüz. Ben de bugün buna bir açıklık getireyim, hem eğlenelim hem de öğrenelim dedim. Öncelikle Aborjin ve Maori'nin ne olduğunu tanımlamak gerekir. Zira yazı boyunca onların adını zikredeceğiz burada. Ardından da Maorilerin ve Aborjinlerin hakkında genel bilgiler vererek, onları ayırt etmemizi sağlayacağım.




Enstrüman çalan Aborjin üyesi
Aborjin: Avustralya'ya Güneydoğu Asya'dan göç etmiş ve Avustralya'ya yerleşmiş yerli halk. Aborjin adı onlara İngilizler tarafından verilmiştir. Orijin, İngilizce'de kök anlamına gelir. Aborjin ise köksüz. İngilizler 1700'lü yılların sonlarında Avustralya'ya ayak bastıklarında Aborjinlerin bir çoğunu öldürmüş, kalanları ise köleleştirmiştir. Günümüzde Aborjinler yasal haklarını kazanmış ve nüfusları eskiye nazaran artmıştır. Yine de toplam nüfusları Avustralya nüfusunun %4'ü kadarını oluşturmaktadır. Aşağıdaki harita bize Aborjinlerin nerelerden Avustralya'ya göç ettiklerini gösteriyor:





Aborjinler şarkılarıyla ünlüdürler. Yazılı bir dilleri olmamasına rağmen, bugüne kadar bütün bilgileri ağızdan ağıza şarkılarıyla aktarmışlardır. Aborjinlerde erkek çocukları yeterince büyüdüklerinde yabana çıkarlar ve eve ancak olgun bir adam olduklarına inandıklarında dönerler. Aborjinler kendilerini doğayla başa çıkma konusunda çok iyi eğitirler ve doğanın seslerini ve dilini çok iyi bilirler. Diğer kabilelere nazaran onların yarışmaları yoktur. Aborjinler oldukça spiritüel bir kabiledirler. Düşzamanı olgusu, aborjinlerin mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Aborjinler düşlerinde olup bitenleri geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanda ilişkilendirirler. Ölümden sonraki hayata inanırlar ve düşzamanlarında ölüleriyle konuştuklarını savunurlar. Düşzamanı onlar için hayatın normal bir döngüsüdür, dinleri değildir. Aborjinler, müziğe önem veren ve resim sanatını seven bir toplulukturç Bunu mağara duvarlarına çizdikleri resimlerden, el işi dokumalarından ve seslendirdikleri olağanüstü şarkılardan anlamak mümkündür.

Günümüzde Aborjinler resmi olarak tanınmış ve Avustralya'daki beyazlarla eşit haklara sahip olmuşlardır. 2008 yılında Avustralya ilk kez olarak resmi bir şekilde geçmişte yapılan katliam ve ırkçılıktan ötürü Aborjinler'den özür dilemiştir. Özellikle 'çalınmış nesil' olarak da bilinen melez (Aborjin ve beyazdan olan çocuk) çocukların ailelerinden zorla koparılarak misyoner adalarına götürülmesinden büyük bir utanç duyulduğu belirtilmiştir. Bugün Aborjinlerin %70'e yakın Hristiyanlıkla ilişkilendirilse de, %20'lik bir dilimi dinleri olmadığını belirtmiştir. Aralarında Budizme, İslamiyete inananlar da vardır.





Haka dansı yapan Maori erkeği

Maori: Yeni Zelanda'ya Fiji ve Polinezya'dan göç etmiş ve milattan önce Yeni Zelanda'ya yerleşmiş yerli halk. Savaşçı özellikleri ile bilinen bir halktır. Savaşlara giderken yüzlerini boyamaları ve aç kaldıklarında insan eti yemeleri gibi sebeplerden dolayı barbar kavim olarak nitelendirilmişlerdir. Maori, Maori dilinde 'normal', 'doğal' anlamına gelir. Bugün Maorilerin toplam nüfusu yarım milyon bile değildir. Yeni Zelanda nüfusunun %10'unu oluştururlar ve çoğunlukla Yeni Zelanda'da ya da Avustralya'da yaşarlar. Aşağıdaki haritada Yeni Zelanda'ya Pasifik adalarından yapılmış göçleri görebiliriz:



Maoriler, savaşçı bir kabile olmakla ünlüdürler. Aslında iki çeşit Maori vardır: Savaşçı Maoriler ve Uygar Maoriler. Günümüzde sadece Savaşçı Maoriler hayatta kalmayı başarabilmişlerdir. Maorilerin kendi dilleri ve dinleri vardır. Yazılı bir kuralı olmayan dinlerinin Tanrısına 'Lo' derler. Doğada Lo'nun hüküm sürdüğünü ve her doğa olayının Lo'dan kaynaklandığına inanırlar. Maoriler haritada da görülebileceği üzere Yeni Zelanda'ya büyük çoğunlukla Fiji ve Polinezya adalarından göçmüşlerdir. Kapa Haka dansları ile meşhurdurlar. Savaş ve meydan okumanın dansı olan Haka dansı, bugün sadece ülkeye gelen turistleri eğlendirmek adına yapılmaktadır. Maoriler burunlarını birbirlerine sürterek öpüşürler. Balina avcılığında çok iyidirler. Onları ilk kez ünlü Kaptan Cook keşfetmiştir.

Bugün Maoriler Yeni Zelanda ve Avustralya'da yaşamaktadırlar. Bağımsızlıklarını Aborjinlerden çok daha evvel kazanmışlardır. Bugün Yeni Zelanda'nın ikinci resmi dili Maori dilidir ve okullarda öğretilmektedir. Ülkede Maori kültürünü ve toplumunu yaşatmak için kültür merkezleri mevcuttur. Maoriler misyone faaliyetlerden sonra çoğunlukla Hıristiyanlığı seçmişlerdir ama bunun politik olup olmadığı şüphelidir.






Bugün, Maori ya da Aborjin, dünya üzerinde binlerce keşfedilmeyi bekleyen ya da keşfedilmiş kabileler vardır. Bu kabileler ilkel olarak adlandırılır. Onları neye dayanarak ilkel kelimesiyle eş anlamlı kıldığımız ise meçhuldür. Bugün 1. ve 2. Dünya Savaşlarına neden olanlar bu halklar değildir. Ya da Japonya'ya atom bombası atan. Kapitalizme ön ayak olmuş değildirler, zira kendileri komün hayatı sürerler. Bu topluluklar bugün dünya üzerinde en çok uyuşturucu kullanan bir kıtada yer almazlar, ya da fuhuş oranlarının yüksek olduğu bir bölgede. Bu kabileleri sadece bizler gibi yaşamadıkları, aslında doğal oldukları, rol yapmadıkları için 'ilkel' olarak adlandıran bizler ne derece uygar olduğumuzu bazen sorgulamak zorundayız. Umarım bu bilgiler ışığında 'ilkel' tanımı üzerinde biraz kafa yorar ve 'uygar' sözcüğünü hak etmek için ne yapmak gerektiği konusunda da sesli düşünürsünüz. Yazımın size bu yolda ilham periliği yapması dileğiyle!






17 Aralık 2011 Cumartesi

Miramar'dan Notlar: Hayal Defterim

     
     Saat sabahın dördü. Uyku kaçıyor, ben her yerde onu ararken köşe bucak. Sanki yemin etmiş bu gece bana uğramayacağına. Ben de ısrar etmeden kalkıyorum yatağımdan yavaş yavaş. Atlas Okyanusu’nun o acımasız rüzgarı resmen ısırıyor etimi. Üstüme bir şeyler alıyor ve pencereleri açıyorum. İçeri bir yağmur kokusu doluyor soğukla birlikte. Hava iyi olursa, bugün bir yerlere gideceğim diyorum ve birkaç saat sonra yağmurun durduğunu fark ediyorum. Elimde bir tren tarifesi var. Miramar diye bir yer görüyorum. Adını mı sevdim nedir, hemen internette araştırıyorum. Porto’ya 30 dakika mesafede, oldukça şirin bir belediye olduğunu görüyorum Atlas kenarında. Kendi kendime gülümsüyorum: Ben neden kalkıp gitmiyorum?


    Şöyle bir şey keşfettim kendimde : Ne zaman penceremden gökyüzüne baksam umutla doluyorum. Tarif edilmez bir yaşama sevinci gökyüzünün maviliğiyle perçinleniyor ve geleceğimi, hayallerimi düşünüyorum. Saatlerce pencereden dışarıyı izleyip daldığım oluyor. Geçen uçaklara imreniyor, kim bilir nerelere gidiyorlar şimdi diye hayıflanıyorum. Hayalperestliğin dibine vuruyor ve umutlara sarılıyorum soğuk yastık yerine. Ya aynalara bakınca? Aynalara baktıkça görüntü derinleşiyor ve yirmi yılın izlerini görüyorum üstümde. Geçmişe dönüyorum her aynaya baktığımda ve nostalji yaşıyorum baştan aşağıya ürpererek. Nouvelle Vague şarkılarının yarı buruk hüznü gibi çepeçevre sarılıyorum geçmiş tarafından. Özlem duyuyorum ve aynalardan uzak durmaya çalışıyorum.


    Bunları düşünürken aynaya son kez gülümseyip odadan çıkıyorum. Yolda bugün yaşayacağım muhtemel güzel anları düşünüp mutlu olmaya çalışıyorum ama içim içimi yiyor, cevaplamadım bazı soruları diye. Cevaplanmamış sorular insanın beynini çürütür derler. Doğrudur. Her soru işareti beynimden birkaç hücreyi daha beraberinde götürüyor. Bu böyle devam ederse yakın zamanda hücresiz kalırım ben diye söyleniyorum kendi kendime. Gara geliyorum. Porto banliyösü geliyor olanca sesiyle. Biletimi elimde büküyor ve içeri giriyorum. Yoğun bir kuzey aksanlı Portekizce sarıyor tüm vagonu. Gülümseyen ve yüksek sesle gülen Akdeniz insanı sıcağı, soğumaya başlayan havayı unutmamı sağlıyor. Seviyorum sizi Portekizliler diyorum anadilimde. O sırada annem arıyor. Telefonda konuşurken herkes bana bakmaya başlıyor. Türkçeye bir anlam verememiş olacaklar ki, kendi işlerine bakıyorlar birkaç dakika sonra.

Miramar’a Giriş
Dalıp gidiyorum yeşillikler içinde hızla ilerleyen banliyönün puslu penceresinden dışarı. Gözlerimi raylarda bırakmış olmalıyım ki, sürekli geride bıraktığım ormanı düşünüyorum Porto’ya indiğimde dahi. Porto her zamanki gibi çok güzel. Halini hatırını soruyorum Miramar trenine binmeden evvel onun da. İkinci bir tren yolculuğundan sonra Miramar denen cennette iniyorum. Durakta kimsecikler yok ve inen tek kişi benim. Kendimi biraz yabancı hissetmiyor değilim. Ağır aksak ilerliyorum sırt çantamla taşlı yolda. Evler tek katlı ve hepsi oldukça lüks gözüküyor. Ya tatil beldesi burası ya da emekli diyarı diye kafamda çıkarımlar yapıyorum sahile doğru ilerlerken. Arabalar geçip gidiyor Miramar’ı selamlamadan. Biraz kızıyorum onlara. Böylesine güzel bir yeri selamlamadan geçmek ayıp diye. Belki de alışmışlardır zaten onlar bu güzelliğe, diyorum kafamı iki yana sallayıp. Hayatta alışamayacağım tek şey güzelliktir herhalde. Her seferinde şaşkınlığa uğratan ve bana yaşadığımı hissettiren başka ne olabilir ki şu dünyada? “Şaşırmadığı günleri günden saymama” huyu edindim son zamanlarda. Kulağımda Eddie Vedder ‘Into the Wild’ albümüyle, ellerim cebimde varıyorum Güneş Plajı’na. Manzara karşısında öyle bir büyüleniyorum ki, birkaç dakika hiç kıpırdamadan önümde uzanan sonsuz maviliği izliyorum.

   Miramar Plajı
  Plaja paralel uzanan tahta bir yol var. Hem yürüyüş yapıp, hem okyanusu keyfi yapmak için mükemmel bir fırsat sunuyor insana. Altımda şort, ayağımda terlikler ve üstümde askılı bir tişört varken, kendimi öylesine özgür hissediyorum ki… Uzakta birkaç martı ötüyor. Beni de alsanız yanınıza ne olur sanki, diyorum bilinçsizce ve ben tahta yolda ilerliyorum. Her santimetrekaresini sindirmeye dikkat ediyorum manzaranın ve bu eşsiz kişisel yolculuğun.


Bir saat kadar yürüyorum uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu boyunca sanki… Kıyıya yaklaşıyorum ve deniz kabukları toplamaya başlıyorum. Su, buz gibi ama aldırmıyorum. Her zerresi beni kendime getiriyor buz gibi mavinin. Benle birlikte birkaç orta yaşlı insan daha kıyıda deniz kabukları ve taş topluyorlar. Gülümsüyorum onlara, onlar da bana cevap veriyor hafiften kırışık dudaklarla. Acaba diyorum, ben de yaşlandığımda onlar gibi böylesine güzel bir yerde yaşama şansına sahip olabilecek miyim? Kim bilir… Belki de Miramar’a yerleşirim ben de emekli olunca.

Vasco De Gama Caddesi ve Hayal Defterine Notlar
Vasco de Gama caddesine gidiyorum. Ünlü gezgin Vasco’nun doğduğu yer mi yoksa burası diye heyecanlanıyorum. Henüz kesin bir bilgim yok araştırmadığım için ama meraklanıyorum. Ahh Portekiz diyorum, öyle bir ülkesin ve öyle maceraperest insanlara sahipsin ki, Brezilya’dan Macau’ya, Mozambik’ten Doğu Timor’a kadar uzanmışsın. Bu topraklar dar gelmiş olmalı sana. Caddelerde insan yok ve kendimi terk edilmiş bir kasabada gibi hissediyorum. Arabalar geçiyor yine olanca hızıyla, selam vermeden Miramar’a. Miramar’da ünlü bir golf sahasının olduğunu okumuştum. Oraya doğru gidiyorum. İnsanlar yemyeşil çimlere uzanmış hem piknik yapıyor hem de golf oynuyorlar. Ne güzel diye iç çekiyorum. Buna karnımdan gelen gurultu eşlik ediyor.


   Birkaç kafe var sahil boyunca. Bir tanesine giriyorum sırılsıklam bacaklarımla. Her yanım kum dolu. Üzgünüm, diyorum garson kıza. Kız gülümseyip önemli değil diyor. Elime acı bir Portekiz kahvesi alıyorum ve okyanusa sıfır düşüncelere dalıyorum. “Ne öğretti bu hayat bana, bu zamana kadar?” diyorum. Yüksek sesle düşünmüş olmalıyım ki, birkaç müşteri bana doğru dönüp bakıyor. Nitekim kalkarken sandalyemi devirdiğimde de, bakacaklar. Umursamıyorum. Utandım biraz sanki, başka dil konuştuğum için. Sessiz düşünmeye başlıyorum ve Atlas bana dalga sesleriyle yardımcı oluyor. “Bu hayat sana umudunu kaybetmemeyi öğretti’’ diyor sahile çarpan bir dalga. Aziz Pedro Şapeli olağanca heybetiyle deniz kenarından bana sesleniyor: ‘’Umudun yanında gücünü kaybetmemeyi de öğretti, değil mi?’’ diyor. “Haklısın” diyorum. Umudumu ve gücümü kaybetmemeyi öğrendim yirmi yıl boyunca. ‘’Umutlarının seni Portekiz’e getirdiğini düşünürsek, gayet işe yaradığını da görebilirsin’’ diyor bir deniz kabuğu.

Gülümsüyorum hafiften. “Ya ben?” diyor, oradan geçmekte olan bir martı.
“Bana da sor fikrimi”.
“Eee, neymiş hayattan öğrendiklerim?” diyorum martıya dönerek bu kez. ‘’Hayat sana özgür olmayı öğretti, istersen senin de kanatlarını açıp uçabileceğini ardına bile bakmadan. Sen de özgürsün artık ve uçmayı öğrendin. Yuvandan uçtun’’ diyor martı. İçim buruluyor bu kez. Ülkemi özlüyorum. Ahh Türkiye diyorum, ama artık kalbimin bir parçası sessiz sakin Portekiz’in. Bırakacağım onu burada, bir daha geri gelebileyim diye, sesleniyorum Aziz Pedro Şapeli’ne. Yaklaşıyorum Şapel’e doğru. O da kucağını açıp bana gülümsüyor. Sırtına alıyor beni ve bana okyanusa tepeden bakma şansı veriyor. ‘’Bak sen sadece okyanustaki bir kum tanesisin. Hayat sana bunu da öğretmedi mi? Kendini büyük görmenin ne kadar saçma bir şey olduğunu görmedin mi henüz’’ diyor.


   Öğrendim bunu uzun zaman önce, diyor ve yavaşça aşağı iniyorum. Son bir tur atıyorum Miramar plajında. Etrafta hediyelik eşya satan bir yer olmadığı için de kartpostal alamıyorum. İçime dert oluyor. Bu arada aniden bir şey hatırlıyor. O da Miramar’da yaşıyor. Portekiz’in Miramarında değil ama. Yeni Zelanda’nın Miramarında atıyor onun kalbi. Binlerce kilometre kare uzakta ve bir anda gözlerimden yaşlar dökülüyor. Ben öbür Miramar’a da gitmek istiyorum, diyorum. Tanısan öbür adaşını, sen de severdin onu. O Pasifik kıyısında ve en az senin kadar güzel. Miramar gücenir gibi oluyor. Tamam, tamam diyorum. Sen daha güzelsin, en güzelsin! Tekrar gülüyor Miramar ve olanca coşkusuyla dalgalanıyor sahil yeniden.


    Eve gitme vakti geldi, ama buraya bir daha geleceğim diye söz veriyorum Miramar’a. Deniz kabuğu, Aziz Pedro Şapeli, okyanus ve martı el sallıyor bana ve ben de cebime attığım deniz kabukları, taşlar, umutlar ve hayallerle Miramar’dan ayrılıyorum.

Bu yazı daha önce Martı Dergisi tarafından yayınlanmıştır.

29 Kasım 2011 Salı

Durdurun Şu Cinayetleri: Ukrayna Hayvan Katliamı!

Geçtiğimiz haftalarda gündeme bomba gibi düşen FIFA hazırlıkları için futbol hazırlıkları ''nedeniyle'' sokaklardaki binlerce kedi ve köpek canlı canlı yakılma tehlikesiyle karşı karşıya! Ukrayna hayvan katliamlarıyla ünlü bir ülke; çünkü bu ülkede sokak hayvanları sevilmiyor. Yetmezmiş gibi bir de işkence edilerek öldürülüyorlar. FIFA'nın Ukrayna'ya maçların oynanacağı bölgeden hayvanları uzaklaştırması için para ödediği söyleniyor. Ukrayna'nın ise bu parayı ne amaçla kullandığı meçhul. Lütfen şu fotoğraflara bakın ve bana insan olarak ne hissettiğinizi söyleyin.






    
   Normalde bu tür fotoğraflar paylaşmam ve bundan üzüntü duyarım. Bu kez durum farklı! 250.000 hayvanı kurtarmaktan bahsediyoruz. 80 milyon nüfusu olan bir ülkede imza toplamak zor olmasa gerek ama gelin görün ki Doğuş Bey'in saksısı, Cebeci'nin panpişleri diyen halkımız, bu tarz haberleri hayvan haklarına yeğliyor. Lütfen bu cinayetlere duyarsız kalmayalım ve bir imza da biz atalım ve bu mesajın yayılmasına katkıda bulunalım!


                EN İYİ DOSTLARIMIZ: HAYVANLAR İÇİN BİR İMZA LÜTFEN!


   İmzalayabileceğiniz platformlar şunlardır:


  


                                                                       

18 Kasım 2011 Cuma

Dünyanın En Güzel Şehirlerinden Biri: Porto

  '' Seyahat etme tutkumun hiçbir zaman dinmeyeceğini bildiğimden köşeye üç beş kuruş atmıştım. Burnumun dibinde duran Porto cennetini ve civardaki Atlas incilerini keşfetmeden olmaz diyerekten. İyi ki gitmişim dedim ardından; zira Porto ben de müthiş heyecan uyandıran bir şehir haline geldi. Her sokağı, caddesi, binası bana ayrı bir his veriyor ve bunları anlamlandırmaya çalışırken, kendimi başka bir güzellikle karşı karşıya buluyorum. Buyrun Porto...''


    
    Porto’ya gitmeden Portekiz’deydim denmez! Ben de hemen bizim turla Porto gezisine gidiyorum. Kendisi Braga’ya sadece 45 dakika mesafede. Porto bilindiği üzere, futbol takımı ve şarabıyla ünlü bir harikalar diyarı. Şehre girer girmez içimden ılık bir his yükseliyor ve kalbim küt küt atmaya başlıyor. Evet bildiniz! Porto’ya aşık oluyorum. Şehri ortadan ayırıp dingin bir şekilde akan, okyanusun yavrusu niteliğindeki nehri bir tam puan alıyor zaten benden. Küçük teknelerin akşam vakti açılıp gezintiye çıkmasını zevkle izliyorsunuz kenardan. Portekiz demek, tarih demek. Hiç mi bozulmazsın be şehir! Neden böyle güzelsin ve alabildiğinde durgunsun diyesi geliyor insanın cidden. Porto bu güzelliklerin sultanı olmaya aday.

    Şehre değişik bir hava veren eski evleri, dinler ülkesi Portekiz’i her şehrinde olduğun gibi burayı da kaplayan kiliseleri, onlarca tarih ve sanat müzesi ve elbette Gaia! Gaia Porto şarabının üretildiği ve onlarca şarap evine ev sahipliği yapan Porto’nun sevimli ve oldukça tarihi bir bölgesi. Konuşkan bir Japon rehber eşliğinde bir şarap evini geziyoruz. 150 yıllık şarapların bile olduğunu öğrenen ben hakikate dumura uğruyorum. Birkaç aklı evvel de fiyatını sormaya cüret edince basıyoruz hep beraber kahkahayı. Japon rehber söyleyeceği miktarla oldukça pahalı bir araba alabileceğimizi söyleyince duymasak da olur diyoruz.



    Şehrin merkezinde 1906 yılında kurulmuş olan dünyanın en güzel kitapçılarından birine uğruyoruz: Lello Bookstore! İçeride fotoğraf çekimi yasak, fakat internette Porto Lello Bookstore diye aradığınızda karşılaşacağınız manzara sizi kendine hayran bırakacak! Kendimi kraliyet balo salonunda gibi hissediyorum ve ihtişamından gözlerimi alamıyorum. Eduard Boubat’ın bir fotoğraf albümünü satın alıyorum Porto hatırası olarak. Oradan Porto stadyumuna gidiyor ve bir dolu fotoğraf çekiyoruz. Söz konusu futbolsa, Portekiz’in ikinci dininden bahsediyoruz demektir. Futbol bir yaşam tarzı ve bana sorulduğunda Türkiye’yle aranızdaki benzerliklerden biri de bu diyorum. 


    Porto Modern Sanatlar Müzesi’ne götürülüyoruz akabinde. Off the Wall sergisini geziyoruz. Dünyanın dört bir yanından tüm eksantrik işler burada toplanmış dersek yalan olmaz! Savaş karşıtı filmlerden ziyaretçilerin kendi izlerini bırakabildikleri odalara, maketlerden tablolara, insan vücudunun hassasiyetini sınamak için kurulmuş düzeneklere kadar tam bir çılgınlık müzesi. Porto’ya gelindiğinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. 


   Porto'ya tur gezilerinden sonra yalnız başıma da birçok kez gittim ve her seferinde şehir ben de başka tatlar ve anlamlar bıraktı. İçinde tarihi ve modernliği aynı anda barındırıp da insanın üstünde doğa üstü etkiler bırakan çok az şehir vardır dünya üzerinde. Lizbon, Porto, İstanbul, Londra ve diğerleri. Hepsi parmakla sayılacak kadar azdır. Bunlardan birkaçını gezme ve yaşama şansını bulduğum için minnet duyuyorum. Şehirler iz bırakır ve her gelip geçen yolcu da kendi izini şehirlerin üzerine... Ben de Porto'ya izler bıraktım, onun ben de bıraktığı izlere teşekkür edercesine...


   Not: Bu yazı daha evvel Martı Dergisi'nde tarafımdan Ekim ayında yayınlanmıştır. Portekiz hakkında daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak için tıklayın