Saat sabahın dördü. Uyku kaçıyor, ben her yerde onu ararken köşe bucak. Sanki yemin etmiş bu gece bana uğramayacağına. Ben de ısrar etmeden kalkıyorum yatağımdan yavaş yavaş. Atlas Okyanusu’nun o acımasız rüzgarı resmen ısırıyor etimi. Üstüme bir şeyler alıyor ve pencereleri açıyorum. İçeri bir yağmur kokusu doluyor soğukla birlikte. Hava iyi olursa, bugün bir yerlere gideceğim diyorum ve birkaç saat sonra yağmurun durduğunu fark ediyorum. Elimde bir tren tarifesi var. Miramar diye bir yer görüyorum. Adını mı sevdim nedir, hemen internette araştırıyorum. Porto’ya 30 dakika mesafede, oldukça şirin bir belediye olduğunu görüyorum Atlas kenarında. Kendi kendime gülümsüyorum: Ben neden kalkıp gitmiyorum?
Şöyle bir şey keşfettim kendimde : Ne zaman penceremden gökyüzüne baksam umutla doluyorum. Tarif edilmez bir yaşama sevinci gökyüzünün maviliğiyle perçinleniyor ve geleceğimi, hayallerimi düşünüyorum. Saatlerce pencereden dışarıyı izleyip daldığım oluyor. Geçen uçaklara imreniyor, kim bilir nerelere gidiyorlar şimdi diye hayıflanıyorum. Hayalperestliğin dibine vuruyor ve umutlara sarılıyorum soğuk yastık yerine. Ya aynalara bakınca? Aynalara baktıkça görüntü derinleşiyor ve yirmi yılın izlerini görüyorum üstümde. Geçmişe dönüyorum her aynaya baktığımda ve nostalji yaşıyorum baştan aşağıya ürpererek. Nouvelle Vague şarkılarının yarı buruk hüznü gibi çepeçevre sarılıyorum geçmiş tarafından. Özlem duyuyorum ve aynalardan uzak durmaya çalışıyorum.
Bunları düşünürken aynaya son kez gülümseyip odadan çıkıyorum. Yolda bugün yaşayacağım muhtemel güzel anları düşünüp mutlu olmaya çalışıyorum ama içim içimi yiyor, cevaplamadım bazı soruları diye. Cevaplanmamış sorular insanın beynini çürütür derler. Doğrudur. Her soru işareti beynimden birkaç hücreyi daha beraberinde götürüyor. Bu böyle devam ederse yakın zamanda hücresiz kalırım ben diye söyleniyorum kendi kendime. Gara geliyorum. Porto banliyösü geliyor olanca sesiyle. Biletimi elimde büküyor ve içeri giriyorum. Yoğun bir kuzey aksanlı Portekizce sarıyor tüm vagonu. Gülümseyen ve yüksek sesle gülen Akdeniz insanı sıcağı, soğumaya başlayan havayı unutmamı sağlıyor. Seviyorum sizi Portekizliler diyorum anadilimde. O sırada annem arıyor. Telefonda konuşurken herkes bana bakmaya başlıyor. Türkçeye bir anlam verememiş olacaklar ki, kendi işlerine bakıyorlar birkaç dakika sonra.
Miramar’a Giriş
Dalıp gidiyorum yeşillikler içinde hızla ilerleyen banliyönün puslu penceresinden dışarı. Gözlerimi raylarda bırakmış olmalıyım ki, sürekli geride bıraktığım ormanı düşünüyorum Porto’ya indiğimde dahi. Porto her zamanki gibi çok güzel. Halini hatırını soruyorum Miramar trenine binmeden evvel onun da. İkinci bir tren yolculuğundan sonra Miramar denen cennette iniyorum. Durakta kimsecikler yok ve inen tek kişi benim. Kendimi biraz yabancı hissetmiyor değilim. Ağır aksak ilerliyorum sırt çantamla taşlı yolda. Evler tek katlı ve hepsi oldukça lüks gözüküyor. Ya tatil beldesi burası ya da emekli diyarı diye kafamda çıkarımlar yapıyorum sahile doğru ilerlerken. Arabalar geçip gidiyor Miramar’ı selamlamadan. Biraz kızıyorum onlara. Böylesine güzel bir yeri selamlamadan geçmek ayıp diye. Belki de alışmışlardır zaten onlar bu güzelliğe, diyorum kafamı iki yana sallayıp. Hayatta alışamayacağım tek şey güzelliktir herhalde. Her seferinde şaşkınlığa uğratan ve bana yaşadığımı hissettiren başka ne olabilir ki şu dünyada? “Şaşırmadığı günleri günden saymama” huyu edindim son zamanlarda. Kulağımda Eddie Vedder ‘Into the Wild’ albümüyle, ellerim cebimde varıyorum Güneş Plajı’na. Manzara karşısında öyle bir büyüleniyorum ki, birkaç dakika hiç kıpırdamadan önümde uzanan sonsuz maviliği izliyorum.
Miramar Plajı
Plaja paralel uzanan tahta bir yol var. Hem yürüyüş yapıp, hem okyanusu keyfi yapmak için mükemmel bir fırsat sunuyor insana. Altımda şort, ayağımda terlikler ve üstümde askılı bir tişört varken, kendimi öylesine özgür hissediyorum ki… Uzakta birkaç martı ötüyor. Beni de alsanız yanınıza ne olur sanki, diyorum bilinçsizce ve ben tahta yolda ilerliyorum. Her santimetrekaresini sindirmeye dikkat ediyorum manzaranın ve bu eşsiz kişisel yolculuğun.
Bir saat kadar yürüyorum uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu boyunca sanki… Kıyıya yaklaşıyorum ve deniz kabukları toplamaya başlıyorum. Su, buz gibi ama aldırmıyorum. Her zerresi beni kendime getiriyor buz gibi mavinin. Benle birlikte birkaç orta yaşlı insan daha kıyıda deniz kabukları ve taş topluyorlar. Gülümsüyorum onlara, onlar da bana cevap veriyor hafiften kırışık dudaklarla. Acaba diyorum, ben de yaşlandığımda onlar gibi böylesine güzel bir yerde yaşama şansına sahip olabilecek miyim? Kim bilir… Belki de Miramar’a yerleşirim ben de emekli olunca.
Vasco De Gama Caddesi ve Hayal Defterine Notlar
Vasco de Gama caddesine gidiyorum. Ünlü gezgin Vasco’nun doğduğu yer mi yoksa burası diye heyecanlanıyorum. Henüz kesin bir bilgim yok araştırmadığım için ama meraklanıyorum. Ahh Portekiz diyorum, öyle bir ülkesin ve öyle maceraperest insanlara sahipsin ki, Brezilya’dan Macau’ya, Mozambik’ten Doğu Timor’a kadar uzanmışsın. Bu topraklar dar gelmiş olmalı sana. Caddelerde insan yok ve kendimi terk edilmiş bir kasabada gibi hissediyorum. Arabalar geçiyor yine olanca hızıyla, selam vermeden Miramar’a. Miramar’da ünlü bir golf sahasının olduğunu okumuştum. Oraya doğru gidiyorum. İnsanlar yemyeşil çimlere uzanmış hem piknik yapıyor hem de golf oynuyorlar. Ne güzel diye iç çekiyorum. Buna karnımdan gelen gurultu eşlik ediyor.
Birkaç kafe var sahil boyunca. Bir tanesine giriyorum sırılsıklam bacaklarımla. Her yanım kum dolu. Üzgünüm, diyorum garson kıza. Kız gülümseyip önemli değil diyor. Elime acı bir Portekiz kahvesi alıyorum ve okyanusa sıfır düşüncelere dalıyorum. “Ne öğretti bu hayat bana, bu zamana kadar?” diyorum. Yüksek sesle düşünmüş olmalıyım ki, birkaç müşteri bana doğru dönüp bakıyor. Nitekim kalkarken sandalyemi devirdiğimde de, bakacaklar. Umursamıyorum. Utandım biraz sanki, başka dil konuştuğum için. Sessiz düşünmeye başlıyorum ve Atlas bana dalga sesleriyle yardımcı oluyor. “Bu hayat sana umudunu kaybetmemeyi öğretti’’ diyor sahile çarpan bir dalga. Aziz Pedro Şapeli olağanca heybetiyle deniz kenarından bana sesleniyor: ‘’Umudun yanında gücünü kaybetmemeyi de öğretti, değil mi?’’ diyor. “Haklısın” diyorum. Umudumu ve gücümü kaybetmemeyi öğrendim yirmi yıl boyunca. ‘’Umutlarının seni Portekiz’e getirdiğini düşünürsek, gayet işe yaradığını da görebilirsin’’ diyor bir deniz kabuğu.
Gülümsüyorum hafiften. “Ya ben?” diyor, oradan geçmekte olan bir martı.
“Bana da sor fikrimi”.
“Eee, neymiş hayattan öğrendiklerim?” diyorum martıya dönerek bu kez. ‘’Hayat sana özgür olmayı öğretti, istersen senin de kanatlarını açıp uçabileceğini ardına bile bakmadan. Sen de özgürsün artık ve uçmayı öğrendin. Yuvandan uçtun’’ diyor martı. İçim buruluyor bu kez. Ülkemi özlüyorum. Ahh Türkiye diyorum, ama artık kalbimin bir parçası sessiz sakin Portekiz’in. Bırakacağım onu burada, bir daha geri gelebileyim diye, sesleniyorum Aziz Pedro Şapeli’ne. Yaklaşıyorum Şapel’e doğru. O da kucağını açıp bana gülümsüyor. Sırtına alıyor beni ve bana okyanusa tepeden bakma şansı veriyor. ‘’Bak sen sadece okyanustaki bir kum tanesisin. Hayat sana bunu da öğretmedi mi? Kendini büyük görmenin ne kadar saçma bir şey olduğunu görmedin mi henüz’’ diyor.
Öğrendim bunu uzun zaman önce, diyor ve yavaşça aşağı iniyorum. Son bir tur atıyorum Miramar plajında. Etrafta hediyelik eşya satan bir yer olmadığı için de kartpostal alamıyorum. İçime dert oluyor. Bu arada aniden bir şey hatırlıyor. O da Miramar’da yaşıyor. Portekiz’in Miramarında değil ama. Yeni Zelanda’nın Miramarında atıyor onun kalbi. Binlerce kilometre kare uzakta ve bir anda gözlerimden yaşlar dökülüyor. Ben öbür Miramar’a da gitmek istiyorum, diyorum. Tanısan öbür adaşını, sen de severdin onu. O Pasifik kıyısında ve en az senin kadar güzel. Miramar gücenir gibi oluyor. Tamam, tamam diyorum. Sen daha güzelsin, en güzelsin! Tekrar gülüyor Miramar ve olanca coşkusuyla dalgalanıyor sahil yeniden.
Eve gitme vakti geldi, ama buraya bir daha geleceğim diye söz veriyorum Miramar’a. Deniz kabuğu, Aziz Pedro Şapeli, okyanus ve martı el sallıyor bana ve ben de cebime attığım deniz kabukları, taşlar, umutlar ve hayallerle Miramar’dan ayrılıyorum.
Bu yazı daha önce Martı Dergisi tarafından yayınlanmıştır.